Ahmet Cevdet Paşa

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt


Скачать книгу

Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hakkında ne diyeceklerine bir türlü karar veremediler çünkü peygamber demekten başka yakışık alır bir sıfat bulamadılar. Buna da razı olamadılar.

      Resul-ü Ekrem ise her sene hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp çevreden gelen kabilelere, “Ey falan oğulları!” diye, hepsine uygun olarak seslenerek, yerine göre uygun düşen ayetleri okur, onları Hak dine çağırırdı. Böylece kabilelerden birçok kişi İslam’la şereflenmekte ve İslam dini, Arabistan’ın her tarafına yayılmaktaydı.

      Hatta Selemeoğulları Kabilesi’nden birkaç yiğit Mekke’ye geldi. Bazı Kur’an ayetlerini dinleyip, hemen Hz. Muhammed’in önünde Müslüman oldular. Sonra dönüp yerlerine gittiler. Resul-ü Ekrem’in vasıflarını diğerlerine anlattılar. Bunlardan birisinin babası olan Amr İbn Cemüh, oğluna, “O şahıstan işittiğin sözleri bana söyle.” demiş. O da Fatiha Suresi’ni okumuş. Amr İbn Cemüh, “Ne güzel sözdür. Öbür sözleri de böyle güzel midir?” diye sormuş. Oğlu, “Daha güzelleri var.” diye cevap vermiş.

      Bedevi Araplardan biri Hicr Suresi’nin, “Şimdi sen emrolunduğun şeyi çatlatırcasına bildir.” şeklindeki 94. ayet-i kerimesini işittiği zaman secdeye varmış; “Bu sözün fesahatından secde ettim.” demiş. Bir diğeri Yusuf Suresi’nin, “Yusuf’tan ümitlerini kesince fısıldaşarak tenhaya çekildiler.” manasındaki 80. ayet-i kerimesini işittiği vakit, ”Ben şehadet ederim ki hiçbir mahluk buna benzer bir söz söyleyemez.” demiş.

      Ebu Zer Radiyallahü Anh Hazretleri’nin imana gelmesine sebep de bu idi. Kendisi meşhur şairlerden olup, kardeşi Enis ise şiirde ondan ve benzerlerinden daha üstün idi.

      Enis Mekke’ye gelip gitmiş ve biraderi Ebu Zer’e, Fahr-i Âlem Hazretleri’nin ahval ve vasıflarını açıklamış.

      Ebu Zer, “Halk, onun hakkında ne söylüyor?” diye sormuş. Enis de “Şairdir, kâhindir, sahirdir, diyorlar. Ama ben kâhinlerin sözünü işittim ve çeşitli şiirlerle kıyas ettim. Vallahi hiçbirine uymaz ve bundan sonra ona şair demek kimsenin ağzına yakışmaz. Kısacası Muhammed (s.a.v.) doğru sözlü, diğerleri yalancıdır.” diye cevap vermiş. Onun üzerine Ebu Zer Radiyallahü Anh da hemen İslam ile müşerref oluvermiştir.

      Hakikatte Kur’an-ı Kerim ne nazımdır ne nesirdir. İkisinin dışında bir kelam-ı latiftir ve baştan sona fasih ve beliğdir. Bütün ayet-i kerimeler, belagat bakımından aynı derecede olmayıp, bazısının bazısına nispetle belagatçe derecesi daha yüksektir. Fakat tamamı mucizedir. Yani bir benzerini getirmekten insan âcizdir.

      İlk zamanlarda Arap edebiyatçıları Kur’an-ı Kerim ayetlerini birtakım şiirlerle mukayese etmişlerdir. Nihayet hiçbirine ve belki insan sözüne benzemediğini anladılar.

      Fakat Muallekat-ı Seb’a (Yedi Askı) yine Kâbe duvarında asılı durup, ara sıra okunur ve fesahat ve belagat konusunda dile getirilir idi.

      Belagat tabakalarının en yüksek derecesinde bulunan, “Ey yer, suyunu çek. Ey gök, suyunu tut.” manasına gelen ayet inince şair ve edipleri çok etkiledi, bunun etkisi sanki iliklerine kadar işledi. O zaman İmrü’l-Kays’ın kız kardeşi sağdı, o ayeti işittiğinde, “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri de övünülecek yerde duramaz.” diyerek gitti, İmrü’l-Kays’ın kasidesini Kâbe duvarından indirdi. Onun alt tarafında asılı duran şiirlere hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.

      Ondan sonra artık övünme ve şöhret meydanında yalnız Kur’an-ı Kerim kaldı. Kur’an’ın belagatinin etkisiyle bütün edip ve şairler şaşkın ve suskun oldular. Pek çokları Kur’an-ı Kerim’in Allah sözü olduğunu kabullenip, yüce manasına kalpten bir samimiyetle inandılar.

      Müminler İslam dini uğrunda her şeyi bir yana bırakıp, kimileri Habeşistan’a göç ile vatanlarından, tanıdıklarından ve dostlarından vazgeçtiler; kimileri Ebu Talib Mahallesi’nde çevrilmiş olup, kâfirlerin eza ve cefasına katlandılar.

      Kureyş ileri gelenleri, bunca mucizeler görmüş ve Kur’an’ın edebî yüceliği kendilerini aciz ve hayrete düşürmüşken, inat ve inkârlarında daha çok ısrar edip, inatları dolayısıyla Allah’a ortak koştular, sapıklıkta kaldılar.

      O zamanlar Arap kavmi, ayrı ayrı aşiret ve kabilelerden meydana geliyordu. Her aşiret ve kabilenin de başkanları olup, idare tamamen onların ellerindeydi. İşte onlar, kavim ve kabilelerinin başkanıyken, içlerinden birine bağlanmak istemezlerdi.

      Kaldı ki yüce şeriat nazarında Müslümanlar; fakir, zengin, zayıf ve kuvvetli olsun, hepsi birbirine eşitti. Kureyş başkanları ise sıradan halkla beraber olmaktan utanırlardı.

      Bundan dolayı başkanlardan her biri kendisine bağlı olan kimseleri Müslüman olmaktan ve İslam dinini etrafa yayılmaktan alıkoymaya ellerinden geldiği kadar çalıştılarsa da buna bir çare bulamadılar.

      Hatta daha önce geçtiği gibi, Müslümanları sıkıştırmak için bütün Haşimilerden ilgilerini kestiler. Buna dair bir antlaşma yazdırıp, Kâbe içine astılarsa da yine İslam’ın yayılmasına engel olamadılar. Üstelik Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş Kabilesi’nin öyle iki kısım olup da üç seneye yakın zamandan beri aralarında her türlü görüşmelerin kesilmesinden dolayı kâfirlerin bile çoğuna bıkkınlık ve pişmanlık gelmişti. O antlaşmayı yazmış olan Mansur bin İkrime de eli kuruyup çolak olmuştu.

      Bir de yüce Allah (c.c.) tarafından o antlaşmaya güve türünde bir böcek dadanarak, “Allah” adından başka ne kadar yazı varsa hepsini yiyip bitirmişti.

      Cebrail (a.s.) gelip bu durumu Resul-ü Ekrem’e bildirdi. O da amcası Ebu Talib’e haber verdi.

      Ebu Talib, hemen Kureyşlilerin toplandığı yere gitti. Resul-ü Ekrem’den işittiğini söyleyerek, “Muhammed’in dediği doğruysa, artık siz de insaf ediniz, şu aramızdaki ikiliği kaldıralım. Eğer onun dediği yalansa, ben de onu koruyup gözetmekten vazgeçerim.” dedi.

      Kureyş’in büyükleri, bu görüşü akla uygun gördüler. Hemen o antlaşmayı getirdiler. Bir de ne görsünler, içinde “Bismike Allahümme” sözünden başka ne kadar yazı varsa hepsi yok olmuş. Bundan dolayı utandılar. Her ne kadar Ebu Cehil, yine inadında direnmek istediyse de oy çokluğuyla o değersiz sayfayı yani antlaşma suretini yırttılar. Haşimiler aleyhinde almış oldukları kararları bozdular. Böylece Haşimiler alışverişte ve diğer işlerde serbest oldular. Müslümanlar Ebu Talib Mahallesi’nde sarılmış olma belasından kurtuldu. Mekke’de genel bir sevinç doğdu. Fakat bu ferah ve sevinçler çok sürmedi. Aradan çok zaman geçmeden başka sıkıntı ve belalar geldi çattı.

      Peygamberliğin onuncu senesinde Ebu Talib öldü. Ondan üç gün sonra Hz. Hatice de dünyadan göçüp, ceza ve mükâfat yeri olan ahirete gitti. İkisinin böyle birbiri ardınca ölmeleri Resul-ü Ekrem’e çok acı geldi. Bu yıla “Keder Yılı” dendi. Ebu Talib’in Resul-ü Ekrem ile övündüğü ve onun peygamberliğini kalben kabul ettiği, bazı şiirlerinden anlaşılır. Fakat kendisi kavminin başkanıydı, Resul-ü Ekrem ise onun elinde büyümüş olduğundan, dili ile ikrar edip de ona bağlanmaktan utanırdı.

      Hatta, “Ben bilirim ki Muhammed (s.a.v.) yalan söylemez. Boş söz ondan çıkmaz. Eğer Kureyş kadınları beni ayıplamasaydı, ona bağlanırdım.” derdi. Ölümünden önce Resul-ü Ekrem, “Ey babam yerinde olan amcam! Hiç olmazsa bir kere dilinle kelimeişehadet getir ki ahirette sana şefaat edebileyim.” deyince, “Korkarım ki ‘Ebu Talib ölümden korktu da imana geldi.’ diye beni çekiştirirler. İşte bundan utanmasam şehadet getirirdim.” demiştir.

      Bununla beraber Ebu Talib, öleceği zaman Kureyş’in ileri gelenlerini toplamış ve Resul-ü Ekrem’i onlara ısmarlamıştı. Şöyle ki: “Muhammed