Ekrem beraberindekiler ile beraber Kudeyd adlı mahalden ayrılıp giderken, yolda bir çobana rast gelip süt istedi.
Çoban, “Sağılır koyunum yok. Şurada bir keçi var, onun da sütü kalmadı.” dedi.
Hazreti Peygamber, “Onu getir.” diye buyurdu. Çoban da o keçiyi getirdi.
Resul-ü Ekrem, mübarek elini onun memesinin üstüne koydu, hemen sütü geldi. Hazreti Ebu Bekir kalkanını tuttu, kalkan süt ile doldu.
Fahr-i Âlem, onu Hazreti Ebu Bekir, Amir, Abdullah ve çobana içirdi. Ondan sonra yine sağıp kendi içti.
Çoban, “Sen kimsin? Ben senin gibi adam görmedim, ne olursun bana kendini anlat.” diye yalvardı.
Resul-ü Ekrem, “Eğer kimseye duyurmaz isen söyleyeyim.” diye buyurdu. Çoban da kimseye söylemeyeceğine söz verdi.
Fahr-i Âlem, “Muhammed Resulullah, dedikleri benim.” dediğinde çoban, “Ha, şu Kureyş’in dininden dönen kişi dedikleri sen misin?” dedi. Resul-ü Ekrem de “Elbette onlar öyle söyler ya!” diye buyurdu.
Çoban, “Ben şehadet ederim ki sen Hak peygambersin ve senin yaptığını kimse yapamaz, meğerki peygamber ola. Ben seninle beraber giderim.” dedi.
Resul-ü Ekrem, “Şimdi olmaz, sonra benim ortaya çıktığımı haber aldığın vakit gel.” dedi ve yoluna devam etti.
Hz. Ebu Bekir, pek çok kere Şam’a gidip gelmiş olduğundan yol üzerinde onu tanıyanlar çoktu. “Bu önündeki kimdir?” diye soranlara, “Kılavuzdur. Bana yol gösterir.” diye cevap verirdi.
Fakat Zübeyr bin Avvam (r.a.), Şam kafilesiyle henüz Medine’den çıkıp Mekke’ye gelirken onlara rast geldi ve Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir’e ak ve yeni elbiseler giydirdi.
Zübeyr bin Avvam (r.a.) kafileyle Mekke’ye gelip işlerini bitirdikten sonra, o da Medine’ye göç etmiştir. Resul-ü Ekrem’in Mekke’den çıktığı daha önce Medine’de duyulunca Müslümanlar birkaç sabah Medine dışına çıkıp, sıcak basıncaya kadar Hz. Peygamber’in Medine’yi şereflendirmesini beklediler.
Yine bir pazartesi günü çıkıp çok sıcak bastırınca geri dönmüşlerdi. Bir iş için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi, uzaktan Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşının ak elbiselere bürünmüş şekilde gelmekte olduklarını gördü ve “İşte beklediğiniz geliyor.” diye Müslümanları müjdeledi.
Müslümanlar silahlanıp o tarafa koşuştular ve Fahr-i Âlem’i büyük bir saygıyla karşıladılar. Peygamberliğin on dördüncü senesi ve rebiülevvel ayının başları idi.
Pek sıcak bir gündü ve Resul-ü Ekrem yorgundu. Medine’ye bir saat kadar uzaklığı olan Kuba köyüne indi ve Neccâroğullarından birinin evine kondu. Birkaç gün Kuba’da kalmak üzere karar verdi ve orada bir mescit yaptı.
Ondan önce Müslümanlardan bazıları, kendileri için mescit yapmışlarsa da Müslüman cemaati için ilk önce yapılan mescit, bu Kuba mescididir.
Resul-ü Ekrem’in Kuba’ya geldiğinde ensarın hepsi gelip Medine topraklarına ayak basmasını tebrik ettikleri sırada, Medine’nin en usta ve ünlü şairi olan Hassan bin Sabit de (r.a.) Hz. Muhammed’in şeref vermesine dair güzel ve övücü bir kaside söyledi ve onu bir şükrane olarak Fahr-i Âlem’e sundu.
Hz. Ali, Resul-ü Ekrem’den sonra üç gün Mekke’de kalıp, kendisine bırakılmış olan emanetleri sahiplerine verdikten sonra Mekke’den ayrılmıştı. Resul-ü Ekrem henüz Kuba’dayken o da gelip Kuba’ya erişti.
Sonra Resul-ü Ekrem, bir cuma günü kendi devesine bindi ve yüz kadar Müslüman ile beraber Kuba’dan kalktı, Medine’ye doğru yollandı.
Yolculuk esnasında sol tarafına saparak Beni Salim yurdunda Ranuna denilen vadinin üst tarafına indi ve orada çok belagatli bir hutbe okuyup cuma namazı kıldı. Hâtemü’l-Enbiya’nın ilk kıldığı cuma namazı budur. İlk hutbesi de burada verdiği hutbedir. Kısaca şöyledir:
“Ey halk! Sağlığınızda ahiretiniz için hazırlık görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra yüce Allah ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Tercümanı yok, perdedarı yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim resulüm gelip de bildirmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın?’ O kimse de sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyleyse her kim kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, hiç olmazsa dua, niyaz ve salavat getirerek, yani kelime-i tayyibe ile kendisini kurtarsın. Çünkü onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Vesselamü alâ Resulullahi ve rahmetullahi ve berekâtühû…”
Resul-ü Ekrem, birinci hutbeyi bu şekilde tamamladıktan sonra, ikinci hutbeye de kalkıp şöyle buyurmuştu:
“Allah’a hamdolsun, Allah’a hamdederim ve ondan yardım isterim. Nefislerimizin kötülüklerinden ve fena işlerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın doğru yola yönelttiğini, kimse çeviremez Allah’ın sapıklıkta bıraktığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. O tek ve eşsizdir. Sözün en güzeli Allah’ın kitabıdır. Her kimin kalbini yüce Allah, Kur’an ile süslü kılarsa, onu sapıkken İslam’a sokar ve o da Kur’an’ı başka sözlere üstün tutar. İşte o kimse kurtulur. Doğrusu Allah’ın kitabı, sözlerin en güzeli ve en üstünüdür. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı candan ve gönülden seviniz. Allah’ın kelamından ve onu tekrardan usanmayınız. Allah’ın kelamından kalbinize sıkıntı gelmesin. Çünkü Allah kelamı, her şeyin en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların seçkini olan peygamberlerin ve kıssaların iyisini mevzu eder, helal ve haramı açıklar. Artık Allah’a ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Güzel sözünüz de Allah’a doğru olsun. Aranızda Allah sözü ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki yüce Allah, sözünden dönenlere gazap eder. Vesselamü aleyküm.”
Akabe’deki biatle ensar, her ne zaman Resul-ü Ekrem, kendi şehirlerine gelirse, her şekilde onu korumak üzere söz verip yemin etmişlerdi.
Evvelce Resul-ü Ekrem, onların memleketine gelip bir süre Kuba’da kaldıktan sonra, bu sefer Medine’ye girmek üzere olduğundan, artık onların verdikleri söze uymak zorunda olacakları an gelmişti. Bunun içindir ki Resul-ü Ekrem, bu hutbenin sonunda yüce Allah’ın sözünden dönenlere gazap edeceğini belirterek hutbesine son vermiştir.
Resul-ü Ekrem öylece Ranuna’da cuma namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi ve Medine şehrine yöneldi. Fakat kimin evine misafir olacağını kimse bilmiyordu.
Ensarın gerek ilk başta, gerekse sonraları muhacirlere yaptığı yardım, haklarında gösterdikleri saygı ve ev sahipliği doğrusu tarif edilmez derecedeydi.
Bu defa Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinde ise sanki düğün bayram derecesinde şenlik ettiler. O gün Medineliler için gerçekten büyük bir bayram günüydü. Çocukları sevinip sokaklarda, “Allah’ın elçisi geldi!” diye çağrışıyorlar, kadınlar damların üstüne çıkıp güzel güzel şiirler okuyorlar ve “Hoş geldiniz!” diye bağrışıyorlardı. Hangisinin evinin önünden geçse, “Buyurunuz ey Allah’ın elçisi!” diye evine davet ediyor ve devesinin yularından tutup döndürmeye çalışıyordu.
Onlar bu şekilde devenin yularına sarıldıkça Allah’ın elçisi, “Ona dokunmayınız, memurdur, Allah tarafından memur olduğu yere gidiyor. Durunuz bakalım, nereye gidecek?” diye engel olurdu ve Resul-ü Ekrem, devenin yularını bırakıp hiç dokunmazdı. O mübarek