Romalılar, Kudüs’e saldırarak Yahudilerin kimini öldürdüler, kimini esir aldılar. Kudüs’ü yağma ve harap ettiler. Yahudi kitaplarını tamamen yaktılar. Beyt-i Mukaddes’i yıktılar. Kudüs şehrini İsrailoğulları’ndan temizlediler.
Böylece Yahudiler, darmadağınık oldular. Ondan sonra bir yerde toplanıp da bir topluluk kuramadılar. Her yerde hor görüldüler ve hakaretle karşılandılar. Fakir ve yoksul düşüp aşağılandılar. Hz. Musa’nın ölümünden Hz. İsa’nın doğumuna kadar bin yedi yüz on altı yıl geçmişti.
Hz. İsa (a.s.), otuz yaşına gelince kendisine peygamberlik geldi. Üç yıl kavmini Allah’ın birliğine çağırdı. Sonunda on iki kişi imana gelip, Hak yolda ona arkadaş oldular. Onların da birisi, sonunda kendisine hıyanet etti. Ondan sonra havariyyun, Hz. İsa (a.s.)’ın vasiyeti üzerine çevreye dağıldılar. Hristiyanlığı halka yaymaya çalıştılar.
Sonradan İncil diye meydana birçok kitap çıktı. Bir kısmı havariyyundan bazılarına, bir kısmı da onların talebelerine dayandırıldı.
Bunlar ise Hz. İsa’nın hayatı hakkında tarih yollu kaleme alınmış kitaplardı. Bunlarda İsa (a.s.)’ın bazı hâlleri, vasıfları belirtilmişti. Ara yerlerde İncil ayetleri yazılmıştı fakat bunlar birbirine uygun değildi.
Hristiyanların başkanları gördüler ki bunlar birbirine uymuyor. Hepsini gözden geçirdiler. İçlerinden dördünü ayırdılar. Onları diğerlerine göre doğruya daha yakın buldular. İşte İncil diye Hristiyanlar arasında dolaşan bu dört kitaptır. Onlar da tamamıyla birbirine uymaz. Asli İncil ele geçmemiştir.
Havariyyun dağılıp uzaklara giderek Hz. İsa’nın dinini halka öğretmişlerse de o zaman dünya, Allah’ı tanımayan ve O’na ortak koşanlarla doluydu. Hz. İsa’nın dini açıkça yerine getirilemeyip, üç yüz seneden fazla gizli tutuldu. Hristiyanlar yer altlarında, mağara ve mahzen gibi yerlerde gizlice ibadet ederlerdi. Duyulup tutulanlar eza ve cefa görür, bazen işkenceye uğratılırdı.
En sonunda Roma İmparatoru Konstantin, Hz. İsa’nın doğum tarihinden üç yüz on yıl sonra Hristiyanlığın açıkça yerine getirilmesine izin verdi.
Daha sonra Kostantiniye şehrini kurdu. Roma devletinin eski başşehri Roma’yı terk ederek, bu Kostantiniye şehrini başşehir yaptı. Kendisi de Hristiyan oldu. Ondan sonra Hz. İsa (a.s.)’a iman edenler çoğaldı. Hz. İsa’nın dini pek çok yere yayıldı. Hz. İsa’nın dinine girenlere “Nasara” denildi.
Fakat vaktiyle Hristiyanlığın esasları, güzelce kaydedilmediğinden, iş piskoposların ellerine kaldı. Birtakım maksatlarla anlaşmazlık çoğaldı. Roma devleti ikiye bölündü. Biri Doğu Roma İmparatorluğu’dur ki başşehri İstanbul’du. Diğeri Batı Roma İmparatorluğu’dur ki başşehri Roma’ydı.
Bu iki ve eski başşehir, birbirini kıskandı. Bu yüzden Roma devleti ikiye ayrıldığı gibi, mezhepçe de Hristiyanlar ikiye bölündü.
Bir kısmı “rimpapa”ya, yani Roma piskoposuna bağlandılar. Bunlara “Katolik” denildi. Bir kısmı İstanbul patriğine bağlandılar. Bunlara da “Ortodoks” denildi. Sonraları birbirine aykırı birçok mezhep ortaya çıktı. Hristiyanlık tamamen aslından uzaklaştırıldı.
Hâlbuki diyanetteki asıl gaye, şirkten yani Allah’a ortak koşmaktan sakınmak olduğundan, Hristiyanlar şirk koşanlara mahsus olan putlardan son derece kaçınırlarken, sonradan Hristiyan ibadethanelerine resimler asıldı. Kiliseler bayağı şirk koşanların tapınaklarına benzetildi.
Öteki milletler ise Allah’ı tanımazlar, O’na ortak koşarlardı. Hayli zaman peygamber de gelmedi. Uzun bir süre peygambersiz geçti. Bütün dünya sapıklıkta kaldı.
Romalılar bütün Avrupa kıtasını ele geçirdikten başka, Anadolu, Mısır, Şam ve Irak’ı dahi aldılar. O çağlarda Romalılar diğer milletlere göre daha medenilerse de ahlaksızlığa düşkün, sefahat ve işrete dalmış olduklarından, vardıkları yerlerde medeniyetle beraber pek fena âdetler bıraktılar. Bu yüzden birçok millet ve kavmin ahlakı bozuldu. Bereket versin ki Romalılar, Arap Yarımadası’nı ele geçiremediler. Kendilerinin çirkin huyları ve fena âdetlerini Araplara bulaştıramadılar.
Fakat Arap kabileleri de çöllerde, tamamen göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Kendilerini cahillik kaplamıştı. Kimi Hristiyanlığa, kimi Yahudiliğe meyletmişti. Bir takımı da tırnak kesmek, boy abdesti almak ve sünnet olmak gibi, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.)’ın dinlerinden kalma hükümlerle amel etmekteydiler. Yine bir kısmı da puta tapar olmuşlardı. Her sene hac mevsiminde Arap kabilelerinden pek çok kimse Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret ederken, bir taraftan da Kabe’deki putlara taparlardı.
Kısacası o çağlarda dünya pek karanlık ve karışık bir duruma gelmiş ve düzelmesi için de bir peygamberin gönderilmesi gereği hasıl olmuştu.
İKİNCİ BÖLÜM
HAZRETI MUHAMMED (S.A.V.)
Hâtemül-Enbiyâ Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri’nin Doğumundan Önce Meydana Gelen Harikulade Olaylar
Ahir zamanda, Arap bölgesinde İsmail (a.s.)’ın soyundan “Son Peygamber”in geleceği, daha önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda da yazılıydı. Geçmiş peygamberlerden bazıları da O’nun özelliklerini belirtmiş ve tarif etmişlerdi.
“Hâtemü’I-Enbiyâ” yani “Son Peygamber” âlemlerin övüncü ve insanoğlunun en üstünüdür. O zamanın hükmünce O’nun Arap kavminden çıkması, Allah’ın bir hikmeti, o çağın bir gereğiydi. Çünkü Araplar o zaman dünya çapına yayılmış olan fenalıklara bulaşmamış ve Romalıların çirkin âdetlerine alışmamışlardı. Arap Yarımadası’nda çöl göçebeliği sayesinde asıl yaradılışları üzere kalmışlardı. Her ne kadar Araplar, ilim ve sanattan yoksun iseler de içlerinde fesahat ve belagat, yani güzel, edebî ve dokunaklı yazma merakı artmış olduğundan pek çok şair; gayet fasih ve beliğ yazarlar ve çok güzel konuşan hatipler yetişmişti.
Okur yazar olmadıkları hâlde gayet güzel şiir söylerler, daima düzgün ve güzel söz söylemekle övünürlerdi. Hatta Mekke yakınında “Sûk-u Ukâz” denen yerde her yıl, Arapça ayların on birincisi olan zilkade ayında büyük bir panayır kurulurdu. Her taraftan şairler, yazarlar toplanırdı. Güzel şiirler, seçkin hutbeler okunur, söz alanında yarışlar olurdu. Birinci seçilenler “aferin” alır; şiiri Kâbe duvarına asılırdı.
Böylece Kâbe duvarına asılmış yedi kaside (bir çeşit şiir) vardı ki onlara “Muallekât-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilir. Birincisi İmrü’l-Kays’ın kasidesi olup, en yukarı asılmış ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine kadar öylece kalmıştı.
Kısacası şairler, hatipler; güzel şiirler, dokunaklı hitabelerle büyük halk kitlesine öğütler verirler, halk ahlakının güzelleşmesine çok gayret ederlerdi. Cahiliye zamanında Arapların edebiyatta bu derece ilerlemeleri dikkat çekecek, ibret alınacak bir özelliktir. Belki de Arap dilinin o derece yükselmesi, Allah tarafından bu dille bir kitap indirileceğine işaretti.
Peygamberlerin babası Hz. İbrahim (a.s.)’ın, oğlu Hz. İsmail (a.s.) için dua ettiği, yüce Allah’ın da duasını kabul ederek Hz. İsmail soyundan büyük bir millet çıkaracağını müjdelediği Tevrat’ta yazılıdır.
Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak (a.s.)’ın soyundan pek çok peygamber gelip geçmişti. Onların devri bitip, artık Hz. İsmail evladına sıra gelmişti. Hz. İshak soyundan gelen bunca peygambere karşılık, Hz. İsmail soyundan en Son Peygamber gelecekti.
Araplar nesep ilmine çok kıymet verir, her kabile kendi soyunu ezberlerdi. Kabilelerin birbirine göre üstünlüğü olduğundan,