Ahmet Cevdet Paşa

Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı


Скачать книгу

Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhisselam’ın büyük ecdadı bu zatlardır ki her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok topluluğun reisi, nice kabile ve aşiretlerin dedesi ve babası olmuştur.

      Fakat her ne vakit birinin iki oğlu olsa yahut bir kabile iki kol olsa Hâtemü’l-Enbiyâ’nın soyu en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her çağda onun en yüksek atası kim ise yeryüzündeki ülkelerinden bilinirdi.

      Çünkü Hz. İsmail’in alnında bir nur vardı. Ülker yıldızı gibi parlardı. Bu parlaklık ona babasından kalmış, sonra evlattan evlada geçerek Adnan’a, ondan da Maad ve Nizar’a gelmişti.

      “Nizar”, Arapça “az bir şey” manasındaki “nezir”den gelir. Bu adın konmasına sebep şudur: Nizar, dünyaya gelince babası Maad, onun alnındaki parıltıyı görür görmez pek çok sevinmiş, kavmine büyük bir ziyafet verip, “Böyle oğul için bu kadar ziyafet azdır.” deyince oğlunun adı “Nizar” kalmıştır.

      Bu parıltı ise Hz. Muhammed’in nuru olup, Hz. Âdem’den beri evlattan evlada geçmiş; sonunda asıl sahibi, Son Peygamber Hz. Muhammed’de durmuştu.

      Böylece Adnanoğulları içinde, Hz. Muhammed’e ait parıltıyı taşıyan ve yansıtan bir seçkin soy çıkmıştı. Her çağda bu soydan olan şahıs kim ise yüzünün hemen anlaşılacak kadar güzel, nurlu olmasından dolayı ötekilerden ayırt edilir, hangi kabilede ise o kabile diğerlerinden üstün olurdu.

      Bundan dolayı Nizar’ın evladı ve torunları içinde Mudaroğulları öbürlerinden daha çok şan ve şöhret buldu, Mudaroğulları çoğaldı, çevreye yayıldı. Birçok kabileye ayrıldılar, içlerinden Kureyş Kabilesi seçkinleşti. Kureyş Kabilesi Fihr İbni Malik’in evlat ve torunlarıydı, onun oğulları içinde Lüvey ve onun oğulları içinde de Kâ’b, diğerlerinden seçkin ve muhterem oldu.

      Kâ’b İbni Lüvey, cuma günleri kavmini toplayarak hutbe okurdu. Kendi soyundan Son Peygamber geleceğini söyler, onun zamanına kim yetişirse ona iman etmesini öğütlerdi.

      Kâ’b’ın torunlarından Kusay da Kureyş Kabilesi içinde pek büyük bir kişidir. Şurada burada dağınık Kureyşlileri toplayıp kuvvet buldu. Mekke’de başa geçti.

      Kâbe hizmeti, aslında Hz. İsmail’in evlat ve torunlarındayken, sonra bu şerefli hizmet Cürhüm Kabilesi’ne geçmiş, sonra göç eden ve Mekke yakınında yaşayan Huzaa Kabilesi, bir aralık Kâbe hizmetini ve Mekke başkanlığını ele geçirmişti. Kusay, bir fırsatla Kâbe’nin anahtarlarını Huzaa’dan aldı. Ondan sonra Kâbe hizmeti de Kureyş Kabilesi’nde kaldı.

      Kusay’ın Zühre diye bir kardeşi vardı, onun da evlat ve torunları çoğaldı. Kureyş Kabilesi içinde şeref ve itibar buldu, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) annesi Âmine Hatun onun soyundandır.

      Kusay ölünce Abdi Menâf, Abdud-Dar ve Abdul-Uzza adındaki oğulları kaldı. Abdi Menâf, diğerlerinden fazla şan ve şeref buldu. Başkanlık ve efendilik, onun soyunda yerleşti. Abdud-Dar’ın soyundan da Kâbe hizmetindeki Şeybeoğulları geldi.

      Abdi Menâf’ın Hâşim, Abdi Şems, Muttalib ve Nevfel adlarında dört oğlu oldu. Her birinin soyundan gelenler çoğaldı. Hatta Beni Ümeyye denilen Emeviler, Abdi Şems’in soyundan gelmişti. Fakat hepsinin en şereflisi, en faziletlisi Hâşim’dir. Nitekim Abdi Menâf’tan sonra Kureyş kavminin büyüğü oydu. Bu temiz soydan gelenlere Beni Hâşim ve Hâşimî denilir. Son Peygamber de onlardandır.

      Kureyş kavmi ticaretle uğraşan bir topluluktu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a giderler; her yıl iki tarafla da çokça alışveriş ederlerdi.

      Bundan dolayı Hâşim de Şam kafilesiyle Mekke’den çıkıp giderken Medine’ye uğradı. Orada Beni Neccâr Kabilesi’nden Selma adlı kızla evlendi. Oradan Şam ülkesine gitti ve Gazze’de öldü.

      Selma ise ondan gebe kalıp son derece güzel ve yüzü nurlu bir erkek çocuk doğurdu ve bu çocuk Şeybe diye adlandırıldı.

      Şeybe büyüdü. Dayı çocuklarıyla beraber çıkıp gezmeye başladı. Fakat hiç birine benzemiyordu. Yüzünde ülkeri vardı, alnı ay gibi parlar, güzel yüzünü görenler hayran kalırdı, başka soydan olduğu yüzünden belli oluyordu.

      Allah’ın Resulü’nü öven ensardan Medineli ünlü Şair Hassan’ın babası Sabit o sırada Medine’den Mekke’ye gidip Hâşim’den sonra Kureyş’in ulusu olan kardeşi Muttalib’le görüştü. “Ah eğer kardeşinin oğlu Şeybe’yi görsen şaşardın. Babana ne kadar benzer ve nasıl şeref ve güzellik sahibidir, tarif olunmaz.” diye Şeybe’yi anlatınca, Muttalib’in kalbine Şeybe’yi görme arzusu düştü.

      Kureyş kavmi içinde babadan oğula geçen peygamberlik nuru, Hâşim’e gelmiş ve yüzünde görülmüştü. Hâlbuki Hâşim’in Şeybe’den başka Esed adlı bir oğlu olmuşsa da ondan yalnız Fâtıma adlı bir kız kalmıştı ki Hz. Ali’nin anasıdır. Demek ki Hâşim’e Şeybe’nin hayırlı bir vekil olması tabii bir durumdu. Sabit’in ifadesi de bunu doğruladı. Bundan dolayı Muttalib, Şeybe’yi görmek zorunda kaldığından hemen Mekke’den Medine’ye gitti.

      Muttalib Medine’ye varınca bir yerde Beni Neccâr’ın çocukları arasında Şeybe’yi gördü. Bir kere tavır ve hareketine, yüzündeki güzellik ve parıltıya baktı, kimse söylemeden yeğeni olduğunu bildi ve gözlerinden yaş aktı.

      Nitekim Muttalib, Şeybe’yi tavır ve hareketinden bildiğini, gözlerinden yaş geldiğini bazı şiirlerinde pek yanık açıklayıp hikâye etmiştir. Muttalib hemen orada Şeybe’ye bir kat elbise giydirdi ve onu anasına gönderdi. Sonra anasını razı ederek Şeybe’yi Mekke’ye götürdü.

      Mekke’ye girerken Şeybe’yi görenler, “Acaba bu çocuk Muttalib’in kölesi midir?” demişler. O yüzden Şeybe’nin adı Abdül-Muttalib kalmış ve Muttalib ölünce yerine geçip, Kureyş kavminin efendisi, başkanı olmuştur.

      Abdül-Muttalib’in alnında Hz. Muhammed’in nuru parıldardı. Kureyş kavmi, bundan dolayı onu çok uğurlu sayardı. Öyle ki Mekke taraflarında kıtlık, pahalılık olsa, onun eline yapışıp Sebir Dağı’na çıkarlar, onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur isterlerdi. Allah da Hz. Muhammed’in nuru hürmetine onlara rahmet ve bereket gönderirdi.

      Son Peygamber Hz. Muhammed’in dünyaya gelmesi yaklaştıkça kâhinler, yani görünmez âlemden haber vericiler, O’nun dünyayı şereflendireceğini bildirdiler. Gariplikler ve alışılmışın dışında işaretler belirmeye başladı. Biri şudur ki Abdül-Muttalib bir gün Harem-i Şerif’de uyurken bir rüya görüp korkuyla uyandı. Kâhinlere gidip rüyasını anlattı. Kâhinler de “Senin soyundan çocuk doğacak, yer ve gök halkı ona iman getirecek.” dediler.

      Bunun üzerine Abdül-Muttalib, Kureyş kadınlarından Fâtıma adlı bir kız aldı. Ondan oğlu Abdullah dünyaya geldi. Hz. Muhammed’in nuru, onun alnında görünür oldu.

      Daha önce Mekke’de hüküm süren Cürhüm Kabilesi’nin üzerine düşman saldırınca Yemen taraflarına kaçmak zorunda kaldıklarında Kâbe hazinesinden bir hayli eşya alıp zemzem kuyusuna atmışlar, üzerine de taş, toprak dökerek yerini belirsiz etmişlerdi. Yıllarca bu durum üzere kaldı. Zemzemin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Bir gece Abdül-Muttalib’e rüyasında zemzemin yeri bildirilmiş ve işareti gösterilmişti.

      Böylece Abdül-Muttalib zemzem kuyusunu buldu. Oğullarıyla beraber onu kazmaya başladı. İçinde kılıçlar, zırhlar ve altından yapılmış geyik heykelleri çıktı. Abdül-Muttalib onları aldı. Geyik heykellerini Kâbe’nin kapısının önüne koydu. Zemzem kuyusunu tamamen ayıklayıp hacılara zemzem dağıtmaya başladı.

      Kureyş kavmi, büyük