Ahmet Cevdet Paşa

Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı


Скачать книгу

nuru ve simasının parlaklığı dolayısıyla başka çocuklardan farklıdır. Davranışları da diğer çocukların hareketlerine benzemiyor. Çocuklar oynarken, O karşıdan bakıp oyuna karışmıyor.

      Haris ve Halime onun bu gibi tavırlarına bakıp, onda bir başka görünüş olduğunu anlamışlar, ona karşı eskisinden daha saygılı davranmaya başlamışlar.

      Ne zaman ki dört yaşına erişti, gezip dolaşır oldu, o zaman olağanüstü hâller çoğaldı. Haris bu durumlardan ürktü, karısına, “Ey Halime! Vakit kaybetmeden bu çocuğu anasına vermeliyiz.” dedi. Halime de ister istemez Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp Mekke’ye götürdü. Muhterem annesi Âmine’ye verdi.

      Sonra Âmine, onu alıp Medine’ye götürdü. Dayıoğulları olan Neccâroğulları’yla görüştürdü. O zaman Medine’de bulunan Yahudi kâhinleri, onun şekline ve durumuna bakıp, “Bu ümmetin peygamberi işte bu çocuk olsa gerektir.” derlerdi.

      Âmine onunla beraber Medine’den Mekke’ye dönerken yolda öldü. Âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed (s.a.v.), anadan da yetim kaldı. Dedesi Abdül-Muttalib onu yanına aldı.

      O sırada Mekke’de büyük bir kıtlık vardı. Kureyş Kabilesi, Abdül-Muttalib’e gelerek, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elini tutup, Ebu Kubeys Dağı’na çıktı. Allah’a (c.c.) yalvardı. Yüce Allah (c.c.) da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hürmetine yağmur yağdırdı, büyük feyiz ve bereket verdi.

      Arap şairlerinden bazıları o zaman bu hadiseye dair şiirler söylemişler, bundan dolayı Abdül-Muttalib’e teşekkür etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) o zaman yedi yaşındaydı. Bir yıl sonra Abdül-Muttalib, yüz küsur yaşında öldü. Hz. Muhammed amcası Ebu Talib’in evinde kaldı.

      O yıl da Mekke’de kıtlık olmuştu. Kureyş Kabilesi, Ebu Talib’e gelip yağmur duasına çıkması için yalvardılar. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elinden tuttu. Birlikte Kâbe’ye gitti. Kâbe duvarına dayanıp dua etti. Hz. Muhammed (s.a.v.) parmağını göğe doğru kaldırdığı gibi yağmur yağmaya başladı.

      Nitekim Cülhüme İbni Urfuta adındaki şahıs, o zaman Mekke’de bulunuyordu ve bu olayı şöyle anlatmıştır: “Bir yıl Mekke’ye gittim. Kıtlıktan dolayı Mekke halkının hâli yamandı. Birbirlerine danışıyorlardı. Bazıları, Lât ve Uzza adlı putlardan, kimileri de Menat adlı puttan yardım istemeyi önerdiği sırada içlerinden yaşlı birinin, ‘Hâlâ aranızda Hz. İbrahim’in sülalesinden kalan varken, niçin başka sebep arıyorsunuz?’ demesiyle Kureyş’in ileri gelenleri, hemen kalkıp Ebu Talib’in yanına gittiler, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da çıkıp Kâbe’ye geldi. Arkasını Kâbe duvarına verdi. Duaya başladı. Yanında, yüzü güneş gibi parlayan bir oğlancık vardı. Parmaklarıyla göğe işaret etti. Gökyüzünde bir parça bulut yokken, her taraftan bulutlar belirdi, yağmurlar yağdı. Seller aktı.”

      Bu olaydan, Ebu Talib de bir şiirinde edebî bir şekilde bahsetmiş, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) keramet ve saadetine dair sözler söylemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) on iki yaşındayken Ebu Talib, ticaret maksadıyla Şam tarafına çıkıp onu da beraber götürdü. Şam vilayetinde bulunan Busra şehrine eriştiklerinde bir manastırın karşısına indiler, bir ağaç altına kondular. O manastırdaki rahip ise Bahira diye bilinen, Cercis adındaki sofu ve yalnız başına yaşayan biriymiş.

      Kervan gelirken Bahira bakıp görür ki kervanla beraber bir bulut da geliyor. Kervan gelip konunca bulut da o ağacın üzerinde karar kılıp duruyor ve o ağaç uzun zamandan beri kurumuşken o anda yeşilleniyor.

      Bahira kendi bilgisini, bu konudaki keşiflerini; görmüş olduklarına uygulayınca anlar ki Son Peygamber, bu kafile içinde ve o ağacın altındadır. Hemen bir ziyafet tertibiyle aşağı inip, Ebu Talib’i, arkadaşlarıyla beraber manastırına davet etti. Ebu Talib de Hz. Muhammed’i (s.a.v.) yüklerin yanında bırakıp, diğer arkadaşlarıyla beraber manastıra gitti.

      Hepsi sofraya oturunca Bahira, onları birer birer gözden geçirdi. Hiçbirinin yüzünde aradığı işaretleri bulamadı, o bulutun da hâlâ ağaç üzerinde durduğunu gördü ve hemen, “Arkadaşlarınızdan gelmeyen var mı?” diye Ebu Talib’e sordu. O da “Yalnız küçük bir çocuk kaldı.” diye cevap verdi. Bahira, “Onun da şeref vermesini rica ederim.” deyince Ebu Talib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp sofraya getirdi.

      Bahira, yemek sırasında dikkat edip görür ki Son Peygamber hakkında geçmiş peygamber ve âlimlerden rivayet edilen işaretler, tamamen onda vardır. Hemen yemekten sonra onu yanına aldı ve “Sana bazı şeyler soracağım. Lât ve Uzza hakkı için doğru söyle.” dedi. Hz. Muhammed de (s.a.v.) “Lât ve Uzza’ya yemin verme, çünkü benim dünyada en çok nefret ettiğim şey puttur.” diye cevap verdi.

      Bunun üzerine Bahira, yüce Allah’a (c.c.) yemin verdi ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) durumunu layıkıyla anlamak için soracağı şeyleri sordu. Aldığı cevaplar da kendisinin fikrini doğruladı, inancını kuvvetlendirdi. Hemen bir vesileyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek sırtını açıp peygamberlik mührünü gördü, büyük bir edep ve hürmetle öptü.

      Beri tarafta Kureyş’in ileri gelenleri, “Bahira’nın yanında Muhammed’in (s.a.v.) ne büyük kıymeti var.” diye şaşarak konuşurlarken, Bahira, Ebu Talib’e, “Adın nedir ve bu şeref ve saadet fidanı kimdir?diye sordu. O da “Bana Ebu Talib derler. Bu da oğlumdur.” diye cevap verdi. Bahira, “Yok, O’nun şekli ve hâline bakılırsa bir yetim olması gerektir.” dedi.

      Ebu Talib, “Evet, benden inmiş olan bir oğul değildir fakat kardeşimin oğludur. Baba ve anası öldüğünden yetimdir. Ancak benim terbiyem altında olmasından ötürü oğlum yerindedir.” dedi. Bahira düşüncesinde isabet ettiği için memnun oldu. Artık kendisine tam bir kanaat geldi. Dedi ki: “Ey Ebu Talib! Bu çocuk peygamberlerin sonuncusudur. Şam Yahudileri içinde onun vasıflarını bilen ve işaretlerini tanıyan kâhinler vardır. Bakarsın hıyanet etmeye kalkışırlar. İyisi mi sen onu Şam’a götürme. Buradan geri çevir.” diye öğütledi. Ebu Talib de Bahira’nın sözünü tuttu. Malını Busra şehrinde sattı, hemen geri döndü.

      Âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) çocukluk devrini geçirdi, gençlik yaşlarına erişti. Yüzü nurlu, sözü ruhlu, hitap ve cevabı güzel; doğruluk ve bir işi her yönüyle düşünüp taşınmada eşsizdi. Sözünde sadık, yumuşak huylu ve insanlıkça başkalarından üstündü. Bundan dolayı Kureyşliler içinde seçkin oldu, “Muhammedül-Emin” diye şöhret buldu.

      On yedi yaşındayken amcası Abdül-Muttalib oğlu Zübeyir’le birlikte Yemen’e gidip geldi. Bu yolculuğunda da kendisinde olağanüstü hâller görüldü. Mekke’ye dönüşlerinde arkadaşları bu hâlleri nakil ve hikâye etmekle Kureyş içinde, “Bunun sanı pek büyük olacak.” diye söylenir oldular.

      Yirmi yaşına eriştiğinde gözüne bazen melekler görünmeye başladı. Şöyle ki: Ona işaret edip, “İşte bütün âlemleri hidayete eriştirecek budur fakat şimdilik çağırma zamanı gelmedi.” derlerdi.

      “Fahr-i Âlem” yani âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu acayip hâlleri Ebu Talib’e açtı. O da bir çeşit hastalık eseri olmasından şüphelenerek O’nu Arap kâhinlerinden birine gösterdi, ilaç ve devasını sordu. Kâhin, O’nu dikkatle muayene etti. “Ey Ebu Ta-lib! Endişe etme. Bu kutsal vücut, her türlü hastalıktan uzaktır. Gözüne görünen şeylerse meleklerle düşüp kalkmasına başlıyor olsa gerektir. Umulur ki Ahir Zaman Peygamberi O’dur.” dedi.

      O zamanlarda Kureyş’in ileri gelenlerinden, genç iken dul kalmış Hatice adında çok zengin bir hatun vardı. Bazı kişilere ortaklıkla sermaye verirdi. “Muhammedül Emin’e biraz sermaye versen hayli hayır ve menfaat