Jules Payot

İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade


Скачать книгу

rel="nofollow" href="#n27" type="note">27 Sterilizasyon araçları yetersizdi ve baş ya da baş çevresinde aseptik bir operasyon yapılamamaktaydı. Pasteurcü fikirler, ön yargıları bariz bir şekilde ortadan kaldıramamıştı. Gençlerimizden kaçı bu gerçekleri fark edememelerinin karşılığını hayatıyla ödemiştir!

      Aynı şekilde çok sayıda subayımız Rus-Japon savaşı ve Transvaal savaşının sonuçlarını görmezden gelerek modası geçmiş bir düşünceyle taarruza geçmişti.28

      Gözden Geçirmemiz Gereken Yöntemler

      Savaştan sonra, yöntemlerimizde devrim yapmak ve temelde sahip olduklarımız konusunda zihni yetiştirmek zorunda kalacağız. Yeni yetme çocuklara özgürlük duygusunu aşılamak için otorite fanatiği düzenbazlar tarafından türetilmiş ve 1. Napolyon tarafından vahimleştirilmiş bir eğitim sistemine sahibiz. Çocuğun ruhunda kendiliğinden çiçek açmasını beklemek yerine ona dışarıdan fikirler kabul ettirmeye devam ederiz.

      Programların aşırılığı yüzünden saygı ve zaman isteyen bu çiçek açmayı çocuğun kişiliğinde imkânsız kılarız. Bağımsız enerjiyi ortaya çıkarmak için zamanımız yoktur. Gerçekte özgürlüğe de inanmayız ve onu, taklidi olan anarşiyle karıştırırız. Kapsamlı her zekâ eğitimi bizi ebedî akıl yasalarının mevcudiyetine götürür. Anarşistler, şeylerin yerine büyük kelimeler koyan ve toplumsal mucizeye inanan batıl söz sanatçılarıdır: Bakışlarını insan doğasının hazin gerçeklerine indirmeyi reddederler. Kendilerini samimiyetle incelemeye ve günlük davranışlarını tarafsız bir şekilde sorgulamaya razı olurlarsa mükemmel bir toplumun hepimiz gibi kusurlu insanlarla mümkün olmadığını göreceklerdir. Çünkü birçok insan Bolşevikler örneğinde olduğu gibi ilkel hayvan seviyesinde kalmıştır. Gözlerimizi gerçekleştirilemez bir ideale sabitlemek yerine gerçekleştirilebilir olandan yana çevirmeyi bilmek ve sözde zekâ üretiminden farklı olan zihinsel eğitimi değiştirmek gerekir. Gerçekte birçok öğrencimiz olağanüstü bir söz söyleme yeteneğine sahip olmasına rağmen bizler gerçek zekânın bir taklidini üretiriz. Bu taklitler günde defalarca kostüm değiştiren süslüler gibi çok az bir fikir kalabalığını giydirmek için sayısız değişik kıyafete sahiptir. Üstelik fikir yani parıltılı söz sanatı, kumaşların üzerinde dikildiği bir manken gibidir. Sadece izin verdiği dokunuşlar tarafından değerli hâle gelir. Fransa’nın çoğu ise iyi konuştukları zaman değer kazanmış olduklarına inanan insanlardan oluşur.

      Gerçek Bir Zekâ, Hakikati Olduğu Gibi Görmektir

      Sözlü yetenek zekânın sadece bir taklididir. Gerçek zekâ ise hakikati net bir şekilde anlamaya ve ondaki saf altını bulmaya izin veren bir mihenk taşıdır. Zekânın teşkil ettiği şey hususunda sıklıkla yanılırız. Örneğin XIV. Louis’nin sözcüsü Saint-Simon,29 kralın büyüme ve güç arzusunun yalnızca vasat bir zihin tarafından desteklendiğini söyler ve yine de kendini yetiştirebilen bir zihin olduğunu ekler. Bu kendini yetiştirme yani tecrübelerden yararlanabilme kapasitesi tam olarak gerçek zekânın tanımıdır. Saint-Simon’un kral hakkında çizdiği portrenin geri kalanı söylediklerimizi doğrular çünkü ona makul bir zihin ve birçok incelik yani tam bir hakikat duyusu atfeder. Hakikat duyusu gerçek zekânın özüdür. Zeki olmak, olanı ve olmayanı birbirinden ayırt etmek demektir; yapılabilir olanı ve olmayanı, gerçekle bağdaşanı ve bağdaşmayanı ayırt etmektir. Zeki olmak, var olan durumu temiz bir suyun dibindeki ayrıntıları görür gibi açık bir şekilde anlamaktır. Zekânın bu görüş netliği tutkuların dinginliğini ve zihnin özgürlüğünü gerekli kılar. Bu yüzden coşkun davranışlarda bulunanlar, samimiyetsizler ve güçsüzler tarafından bu bakış açısı reddedilir. Çünkü ruhun yüzeyini kırıştıran en ufak bir duygu, hakikatin görüntüsünü allak bullak ederken düşünce eyleminde amaçların ve dürtülerin hassas bir şekilde tartılmasını engeller.

      Birinci Napolyon Örneği

      Hakikati ayırt etmenin kırılgan ve karmaşık mekanizmasını bozan tutkuya en öğretici örneğini bize 19. yüzyılın en güçlü beyinlerinden biri vermiştir. 1809’dan itibaren Napolyon, görüş netliğini kaybetti. Kibri büyüdü ve bu kibir var olanı algılama yetisine ket vurdu. Napolyon kendi kuvvetlerini çok büyük görürken düşmanlarınınkini küçümsedi. Hizmetkârlarından biri olan Dècres 1809 yılının sonunda “İmparator delirdi, tamamen delirdi. Hepimizi başından atacak ve her şey korkunç bir felaketle sonlanacak.” diye sesleniyordu. 1812 Savaşı çılgınca bir hareket oldu çünkü imparator zorluklarla nasıl başa çıkacağını bilemedi. Bu coşkun ve güçlü zekâda hakikat duyusunun yozlaşmaya başladığı an hakkında yapılacak derin bir çalışma vardır. Aynı çalışma, daha az zeki fakat uzun zamanlı gerçekçi bir zihne sahip olan 1914 Savaşı’nın cani yaratıcısı 2. Guillaume’un hakikat duyusunun tıkanması üzerine de uygulanabilir. Bize savaş ilan etti ancak kesinlikle yanılmaktaydı çünkü Fransa’yı birkaç hafta içinde yok etmeyi planlıyordu. 2. Guillaume, Belçika’nın ve bilhassa İngiltere’nin direniş gücünü çok yanlış hesaplamıştı. Öyle ki sözde zekâsı gerçeği kavrama konusunda yeterli değildi.

      Aynı şekilde görevi ülkeyi gözlemlemek ve bilgilendirmek olan tarihçilerimiz ve politikacılarımız, gerçek Almanya’yı ulusal tembelliği pohpohlayan ve yöneticilerini sarsılmaz kararların rahatsız edici vazifesine mecbur etmeyen sahte bir imajla yansıtmışlardı.

      Sözde zekâlar hakikatleri görme konusunda isteksizdirler çünkü hakikatler her zaman bir adaptasyon çabası gerektirir. Hakikatten söz ederken yalnızca kendilerini, öz saygılarını, keyiflerini ve tutkularını düşünürler. Doğru olanın doğru olmasını istemezler.

      Bu temel noktada başka bir örnek vereceğim. Bir lisenin öğrencilerinin başından geçen tehlikenin ardından kurum müdürüyle gaz lambasına giden ve yatakhanenin ortasından geçen yirmi metrelik bir boruyla ilgili görüştüm: Bu boru, öğrenciler için süreklilik arz eden bir ölüm tehlikesiydi. Müdür olayı kendi içinde değerlendirmek yerine kendini savunmaya geçti: Bu durum ondan önce de böyleymiş, yeterli bütçesi yokmuş… Kendimi hesaba katmayışımın ve olaylara tarafsız bir şekilde bakmanın elverişsizliğiyle şaşkına döndüm.

      İşte sözde zekâya sahip bir başka müdürün portresi:

      “Emrindekilerin eylemlerini onların anlık davranışlarıyla yargılar. Kendisine kişisel olarak dokunan şeyi görmezden gelemez. Aynı hatalar, hatayı yapan kişinin onu memnun edip etmemesine göre önemsiz ya da ciddi olarak değerlendirilir. Bir görevli tarafından verilen hizmetler o anın derecelendirmesine bağlı olarak önemli ya da önemsizdir.”

      Zekâ Güçlü Bir Manevi Eğitim Gerektirir

      Zeki olmayanlar sorunu kendi içinde görememekle tanınırlar. Büyümeyen toplumlar duygusal toplumlardır. Tek mantıkları duyguların mantığıdır yani akıl yokluğu ve tarafsız gerçeği kabulü reddedişin mantığı. Hemen hemen tüm Asya bu durumdadır. Akıl yürüten ve kendilerini saflıktan ilk kurtaranlar Yunanlılardı. Pancermenistlerin kibrinden gözleri kör olmuş Almanya, günümüzde tekrar korkunç bir tutku tarafından yönetilen duygusal bir ulus hâline geldi. Güçlü bir manevi eğitim olmadığı için eksiksiz bir zekâ da söz konusu değildir. Ben özverili olmalıyım; bana getirisi, önüme çıkarttığı engeller, bana sağlayacağı yarar ya da benden sağlayacağı menfaat ne olursa olsun gerçeği kabul etmeliyim. Zaten zayıf olanlar gerçeklikten kaçarlar. Kendi kendilerini kandırmak isterler ve korkaklıkları, hakikati ruhlarını okşayan bir yalanla değiş tokuş etmeyi tercih eder. Bu, hayatın her koşulunda geçerlidir. Tembel biriyle evlenen kör birinin, yük hayvanına dönüştürülmekten şikâyet ettiğinde