Сюэцинь Цао

Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt


Скачать книгу

beş kuşak önceki atalarından biri marki unvanını almıştı. Bu rütbe ilk verildiğinde, unvanın kalıtımsal hakkı üç kuşakla sınırlanmıştı ama sonra yüce gönüllü İmparator’un lütfuyla bir kuşak daha uzatılmış ve Lin Ruhai’in babası bu unvanı miras almıştı. Ama Lin Ruhai imtihanı geçerek kendi çabalarıyla bir mevki edinmek zorunda kalmıştı. Sülalesi yıllar boyunca kesintisiz olarak imparatorluk lütuflarından faydalanmış olsa da hepsi zaten kültürlü ve eğitimli insanlardı.

      Ne yazık ki Lin sülalesinin bazı kolları doğurgan değildi, bu yüzden ancak birkaç kuşak varlığını sürdürebilmişti. Lin Ruhai’in kuzenleri olsa da hiç kardeşi yoktu. Artık kırkını geçmişti ve tek oğlu önceki yıl üç yaşındayken ölmüştü. Birkaç nikâhsız eşi olduysa da kader ona başka bir oğul vermedi, bu devasını bulamadığı bir dertti.

      Karısı née Jia’dan, Daiyu adında, beş yaşında bir kızı vardı. Onu avuçlarının içindeki parlak bir inci tanesiymiş gibi seviyorlardı. Güzel olduğu kadar çok zeki olduğunu da gördüklerinden, büyütecekleri bir oğul sahibi olma arzularını aldatıcı bir yolla da olsa tatmin etmek ve ailedeki yalnızlık ve boşluk nedeniyle duydukları acıyı dağıtmak amacıyla, ona iyi bir eğitim aldırmaya karar verdiler.

      Şimdi devam edecek olursak, Yucun bir handa kalırken şiddetli bir soğuk algınlığına yakalanıp, bir ayı aşkın bir süre yatak döşek yattı. İyileştiğinde, parasının masraflarını karşılamaya yetmeyeceğini görünce iyice dinlenebileceği bir yer bulmak için düşünmeye başladı. Şans eseri yeni Tuz Denetim Kurulu Vekili’ni tanıyan iki arkadaşına rastladı. Onlar bu üst düzey memurun kızı için bir öğretmen aradığını bildiklerinden, ona Yucun’ı tavsiye etmekte hiç gecikmediler. Onların tavsiyesi üzerine Yucun işi aldı ve ihtiyaç duyduğu güvenceye kavuştu.

      Kız öğrencisi hem çok küçük hem de çok narindi, bu yüzden dersler düzenli bir şekilde yapılamıyordu. Çalışma saatleri boyunca küçük kıza iki de hizmetçi eşlik ediyordu, böylelikle Yucun hem bunalmıyor hem de sağlığına özen göstermek için uygun fırsatı buluyordu.

      Göz açıp kapayıncaya kadar bir yıl daha geçiverdi ve çocuğun annesi née Jia hiç beklenmedik şekilde bir hastalığa yakalanıp öldü. Yucun’ın öğrencisi annesinin hastalığı süresince ona bakmış, ilaçlarını hazırlamıştı. Kadının ölümünden sonra da derin bir yasa girdi. Yucun işini bırakmayı düşündü ama Lin Ruhai matem döneminde kızının eğitimini kesintiye uğratmamak için devam etmesini istedi. Zaten bünyesi narin olan kızın aşırı üzüntüden dolayı eski hastalığı nüksetti.

      Kız uzunca bir süre derslerine devam edemeyince, başka bir işi olmayan Yucun boş kaldı. Rüzgâr ılıman, güneş güleç olduğu zamanlarda, yemeğini yedikten sonra yürüyüşe çıkıyordu.

      Bir gün kırların keyfini çıkarmak için yürüyüşünü şehrin eteklerine doğru uzattı. Tepeler ve şırıltılı dereler, gür bir ormanlık ve bambu ağaçlarıyla çevrili bir yere geldi. Yoğun yeşilliklerin arasında yarı gizlenmiş bir tapınak vardı. Kapıları ve bahçesi harap hâldeydi. İç ve dış duvarları dökülüyordu. Kapının tepesindeki bir levhada Manevi İdrak Tapınağı yazıyordu. Kapının iki kenarındaki çürük tahtalarda şu gizemli dizeler vardı:

      (Sağ tarafta)

      Geride ne kadar çok da kalsa, insanoğlu elini çekmek istemez;

      (Sol tarafta)

      Ancak yolun sonuna gelindiğinde, insan doğru yola dönmeyi düşünür.

      “Dili basit olsa da bu iki cümlenin derin bir anlamı var.” diye düşündü Yucun, okuduktan sonra. “Ziyaret ettiğim pek çok ünlü tapınakta hiç böyle sözlere rastlamadım. Bilinmez ama belki de bunun arkasında hayatın acılarını tatmış, tövbekâr birisinin hikâyesi vardır. Neden içeri girip sormuyorum?”

      İçeri girdiğinde ilk bakışta, yulaf lapası pişiren titrek bir ihtiyar rahipten başka kimseyi görmedi. Yucun onun kendisine hiç aldırmadığını fark edince, yanına kadar gidip bir-iki soru sordu ama hem sağır hem de bunak olan yaşlı rahip, dişleri de olmadığından ilgisiz bir şeyler geveledi.

      Yucun’ın sabrı taştı ve bir iki kadeh içmek için bir köy hanına gidip kır manzarasının keyfini artırmaya karar vererek tapınaktan çıktı, adımlarını köye doğru çevirdi. Tam hanın kapısından girerken, içeride ayrı ayrı masalarda şaraplarını içen adamlardan biri, ayağa kalkıp kahkahayla onu selamladı.

      “Seni burada göreceğim hiç aklıma gelmezdi!” diye bağırdı.

      Yucun adama bakınca, onun eski günlerde başkentte tanıştığı, Leng Zixing adındaki antikacı olduğunu hatırladı. Orada kaldıkları süre boyunca arkadaşlıkları devam etmiş; Yucun onun girişkenliğine ve yeteneğine hayranlık duymuş, Leng Zixing de Yucun gibi bilgili ve kültürlü birini tanıdığına çok sevinmişti. İkisi gayet iyi anlaşmış ve dost olmuşlardı.

      “Buraya ne zaman geldin, kardeşim?” diye sordu Yucun neşeyle. “Buralarda olduğunu hiç bilmiyordum. Karşılaşmamız ne ilginç bir tesadüf.”

      “Geçen yılın sonlarında eve döndüm.” diye cevap verdi Leng Zixing. “Şimdi tekrar başkente giderken eski bir arkadaşı bulup bazı şeyleri görüşmek için buraya uğradım. Sağ olsun, birkaç gün daha kalmam için bana ısrar etti, benim de yapılacak acil bir işim olmadığından bir iki gün burada takılıyordum ama ayın ortasında yola koyulmak niyetindeyim. Arkadaşımın bugün işi vardı, ben de yürüyüşe çıkmıştım, buraya uğradım. Seninle karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim.”

      Konuşurken Yucun’ı kendi masasına davet edip yeniden şarap ve yiyecek bir şeyler getirtti. İki arkadaş ağır ağır şaraplarını yudumlarken sohbet ettiler. Konuşmaları ayrıldıkları günden beri neler yaptıkları konusuna geldi.

      “Başkentten haber var mı?” diye sordu Yucun.

      “Yeni bir şey yok.” dedi Zixing. “Ama senin soylu akrabalarından birine çok önemli olmasa da dikkat çeken bir şey oldu.”

      “Benim başkentte oturan akrabam yok ki.” dedi Yucun gülümseyerek. “Acaba kimi kastediyorsun?”

      “Nasıl aynı soyadını taşıyıp da aynı soydan olmazsınız?” dedi Zixing alaycılıkla.

      “Kimlerdenmiş?” diye sordu Yucun.

      “Rong Konağı’ndaki Jia sülalesinden. Onlardan utanmana gerek yok, saygıdeğer dostum.”

      “Ha onları mı diyorsun!” diye bağırdı Yucun, gülerek. “Doğrusunu söylemek gerekirse, benim sülalem çok geniş. Doğu Han Hanedanlığı tahttayken yaşayan atamız Jia Fu zamanından beri sülalemizin kolları çoğalıp yayıldığı için her bölgede bir Jia bulabilirsin. Hepsinin izini sürmek imkânsız. Rong kolu da benimle aynı soya kayıtlı ama çok zengin ve soylu olduklarından onlarla akraba olduğumuzu söylemeye hiç yeltenmedik ve giderek birbirimizden uzaklaştık.”

      “Öyle söyleme, dostum.” dedi Zixing, iç çekerek. “Ning ve Rong kollarının ikisi de benzer şekilde düşüşe geçtiler, eski günlerdeki gibi değiller artık.”

      “Bugüne dek her ikisi de hayat dolu bir aileydiler, nasıl olur da bu kadar kısa süre içinde refahları bozulabilir?”

      “Açıklaması uzun bir hikâye.” dedi Zixing.

      “Geçen yıl,” diye devam etti Yucun, “Jinling’e gittiğimde, Altı Hanedanlık’ın kalıntılarını ziyaret ederken, Taş Kent’e girdim ve eski konaklarının kapısından geçtim. Sokağın doğu kısmında Ning Konağı, batı kısmında da Rong Konağı yer