Чарльз Диккенс

Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt


Скачать книгу

Başka türlü koşullarda bu maceralarının kaynaklarını belirtmek gibi bir zorunluluk hissedebilecek olsak da gerçeğe dair saygımız bizi tedbirli düzenlemelerin ve tarafsız anlatının dışına çıkmaktan alıkoyuyor. Pickwick günceleri bizim New River Head’imiz ve biz de New River Company’yle kıyaslanabiliriz. Başkalarının uğraşları bizde önemli gerçeklere dair muazzam bir birikim oluşturdu. Biz yalnızca bunları anlaşılır ve nazik bir akışla, bu sayfalar aracılığıyla ortaya koyuyoruz ve Pickwickçi bilgisine susamış bir dünyaya iletiyoruz.

      Bu ruhla ilerleyip danıştığımız yetkililere karşı yükümlülüklerimizi kabul etmeye dair kararlılığımızla tereddütsüzce devam ederek açıkça söylüyoruz ki bu ve bir sonraki bölümde kaydedilen detayları -artık vicdanlarımızı rahatlattığımıza göre üzerinde daha fazla yorum yapmadan devam edeceğimiz detayları- Mr. Snodgrass’ın not defterine borçluyuz.

      Bir sonraki sabahın erken saatlerinde Rochester kasabasının ve civar kasabalarının bütün nüfusu, olabilecek en büyük telaş ve heyecanla yataklarından kalkmıştı. Taburlar büyük bir teftişten geçmek üzereydi. Yarım düzine alay, keskin gözlü başkomutan tarafından denetlenecekti; geçici surlar dikilmişti. Bir hisara saldırılacak, o hisar ele geçirilecek ve bir tünel patlatılacaktı.

      Chatham hakkında ilettiğimiz bu kısa tanımdan anlayacağınız üzere, Mr. Pickwick orduya gönülden hayranlık duyuyordu. Onu başka hiçbir şey bu kadar keyiflendiremezdi. Hiçbir şey her bir yoldaşının özgün hissiyatıyla ordunun karşısında olmak kadar güzel uyum içinde olamazdı. Buna uygun olarak da zaman kaybetmeden ayaklandılar ve hareketin yaşandığı, her yönden kalabalığın aktığı yöne doğru yola koyuldular.

      Taburların görünümü, yaklaşmakta olan törenin en büyük görkem ve öneme sahip olduğunu ifade ediyordu. Birlikleri korumak için atanmış nöbetçiler ve topların üstüne oturarak hanımlarına yer ayıran hizmetliler, kollarının altında parşömen kaplı defterlerle oradan oraya koşan çavuşlar ve tören üniformasıyla at sırtında dörtnala bir o yana bir bu yana giden kalabalığın önünde, aniden atını durdurarak şaha kaldıran ve ortada hiçbir sebep yokken sesini kalınlaştırıp yüzünü kıpkırmızı yaparak en korkutucu şekilde bağıran Albay Bulder vardı. Subaylar bir ileri bir geri koşuyor, önce Albay Bulder’la konuşuyor sonra da çavuşlara emir veriyor ve hep birlikte oradan uzaklaşıyorlardı. Korsanlar arkalardan bir tür ciddiyet havasıyla bakıyorlardı ki bu, durumun önemini yeterli biçimde açıklar nitelikteydi.

      Mr. Pickwick ve üç yoldaşı kalabalığın ön tarafında yerlerini aldılar ve sabırla merasimin başlamasını beklediler. Kalabalık her an daha da artıyordu ve hak ettileri yeri korumak için göstermeye mecbur bırakıldıkları çaba, ilerleyen üç saati yeterince doldurdu. Bir an arkadan gelen ani bir baskı sonucu Mr. Pickwick genel hâlinin ağırbaşlılığıyla aşırı derecede tutarsız olan bir hız ve esneklikle birkaç metre ileri fırladı, başka bir zamansa önden “geri durma” emri geldi ve bir tüfeğin dipçiği emri hatırlatmak adına ya Mr. Pickwick’in ayak parmağına düşürüldü ya da emre uyulduğuna emin olunmak için dipçikle göğsüne bastırıldı. Sonra sol taraftaki kimi sulu beyefendiler Mr. Snodgrass’ı yandan sıkıştırıp insan tahammülümün en üst noktasına kadar sıktıktan sonra “Neryi gösteriydin?” diye sordular ve Mr. Winkle bu nedensiz saldırıya karşı öfkesini ziyadesiyle ifade ettiğindeyse arkadan biri şapkasına vurduktan sonra alıp başını buralardan gitmesini söyledi. Bunlar ve diğer muziplikler Mr. Tupman’ın gizemli ortadan kayboluşuyla birleşince (adam bir anda ortadan kaybolmuştu ve hiçbir yerde yoktu), ekibi hiç de hoş ve makul olmayan bir duruma soktu.

      En nihayetinde, insanların bekledikleri şeyin geldiğini duyuran o kalın uğultu kalabalıkta yayılmaya başladı. Bütün gözler kışla kapısına yönelmişti. Birkaç dakikalık hevesli bekleme sonrası renkler neşeyle havada salındı, silahlar güneşte parıl parıl parladı ve bölük ardına bölük ovaya döküldü. Birlikler durdu ve düzene girdi; taburda komutlar çınladı; tüfekler birbiriyle çarpıştırıldı ve Başkomutan, yanında Albay Bulder ve sayısız subayla birlikte ön sırada konumlandı. Ordu bandosu çalmaya başladı; atlar iki ayakları üstünde durup geriye doğru eşkin giderek kuyruklarını her yöne salladılar; köpekler havladı, kalabalık bağırdı, bölükler geri çekildi ve iki tarafta da göz alabildiğine sabit ve hareketsiz duran kırmızı ceket ve beyaz pantolon dizisi dışında hiçbir şey görünmez oldu.

      Mr. Pickwick oraya buraya düşmek, kendini mucizevi biçimde atların bacaklarının arasından kurtarmakla o kadar meşguldü ki karşısındaki sahne şimdiki hâlini alana kadar, olup bitenden keyif alma fırsatı bulamadı. Sonunda ayakları üstünde sağlam durabildiğinde memnuniyeti ve keyfi sınırsızdı.

      “Bundan daha hoş ve keyifli bir şey olabilir mi?” diye sordu Mr. Winkle’a.

      “Olamaz.” diye yanıtladı son on beş dakikadır iki ayağına da kısa bir adamın basmakta olduğu beyefendi. “Gerçekten de soylu ve nefis bir şey.” dedi yüreğinde sürekli bir şiir aşkı alevlenmekte olan Mr. Snodgrass. “Ülkesinin güvenli savunucularının huzurlu halkı önünde böylesine harika biçimde sıralanması, yüzlerinin savaşçı gaddarlığıyla değil de medeni nezaketle ışıldaması, gözlerinin yağmacılık ve intikamın kaba ateşiyle değil insaniyet ve aklın yumuşak ışığıyla parlaması yok mu!”

      Mr. Pickwick bu övgünün ruhunu tam olarak hissediyordu ama kendi diliyle ifade edemiyordu çünkü aklın narin ışığı savaşçıların gözlerinde epey zayıfça parlıyordu çünkü “Gözler ileri!” komutu verilmişti ve izleyicinin gördüğü tek şey herhangi bir ifadeden arındırılmış, yalnızca ileri bakan birkaç bin çift gözden ibaretti.

      “Şu an çok iyi bir vaziyetteyiz.” dedi Mr. Pickwick etrafına bakarak. Kalabalık bulundukları noktadan dağılmıştı ve neredeyse yalnızdılar.

      “Çok iyi!” diye tekrar etti hem Mr. Snodgrass hem de Mr. Winkle.

      “Şimdi ne yapıyorlar?” diye sordu Mr. Pickwick gözlüğünü düzeltirken.

      “Bana, bana kalırsa…” dedi Mr. Winkle, beti benzi atarak. “Bana kalırsa ateş edecekler.”

      “Olur mu öyle şey!” dedi Mr. Pickwick, telaşla.

      “Bana, bana kalırsa gerçekten öyle.” dedi Mr. Snodgrass ısrarla, bir nevi panik hâlinde.

      “İmkânsız.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. Kelimeler ağzından henüz dökülmüştü ki yarım düzine alay sanki ortak bir hedefleri varmış ve bu hedef Pickwickçilermiş gibi tüfekleriyle nişan aldılar ve dünyayı ya da yaşlı bir beyefendiyi iliğine kadar sarsan en korkunç ve mahşerî şekilde ateş ettiler.

      İşte, gurur kırıcı kurusıkı ateşine maruz kaldıkları ve ordunun birimleri tarafından tacize uğradıkları bu sıkıntılı anda, tam da karşı tarafı da birlikler doldurmaya başlamışken Mr. Pickwick müthiş bir beynin zaruri eşlikçileri olan kusursuz bir rahatlık ve öz kontrol sergiledi. Mr. Winkle’ı kolundan yakaladı ve öbür yanına da Mr. Snodgrass’ı alarak onlardan, ses yüzünden sağır kalmak dışında, bu ateşten başka hiçbir tehlikenin gelmeyeceğini anlamalarını içtenlikle rica etti.

      “Ama… Ama ya askerlerden bazıları yanlışlıkla gerçek kurşun kullanırlarsa?” diye itiraz etti Mr. Winkle, kendi ortaya attığı varsayım yüzünden bembeyaz kesilerek. “Az önce bir şeyin havada uçuştuğunu duydum. Çok keskin, tam kulağımın dibinden.”

      “En iyisi kendimizi yüzükoyun yere atmak, değil mi?” dedi Mr. Snodgrass.

      “Hayır, hayır, artık bitti.” dedi Mr. Pickwick. Dudakları titreyebilir, yanaklarının rengi solabilirdi ama o ölümsüz adamın dudaklarından hiçbir korku ya da endişe ifadesi kaçmazdı.

      Mr.