öğrencisi, biz biraz daha ilerideyiz. Dolayısıyla ben İstanbul’da olduğum için Muhsin Bey Ankara’da. Çok fazla bunları tartışacak imkân ve zemin de yok. Genel başkan olarak bunları söyledi ve ilgimi hemen arttırdım. Sonra işte bu “İkili parti sistemi içerisinde götürecekler.” meselesi. Çünkü çok karışanın, çok fikir ve görüş söyleyenin bulunduğu yerde işlerin ağır gittiğini, daha kolay idare edilebilen, ipek ipliklerle kolayca oynatılabilen, yani Karagöz-Hacivat oyunu gibi oynatılabilen bir idarenin içerisine Türkiye’nin sokulmasını istedikleri için buna zorluyorlar.
Evet, Türkiye özellikle sınır bölgelerindeki, serbest bölgelerdeki görevlendirmeler yabancı ülkelerin içimizdeki yabancı sayılanlara toprak aldırması için iş yaptırılması şeklinde hazırlık içerisinde olmalarından bahsetmiş. Sonra, dedim. Ben ilgi gösterince Muhsin Bey daha çok açıldı. Velhasıl, sonucunda bütün bu ikili parti sistemi ve bu köylerin mülk edinme, toprak alma benzeri hadiselerin, Türkiye ile İsrail arasında zaman içerisinde bir düşmanlığa ve Türkiye politikasının değişmeye mecbur kalacağını ve bundan da hem Türkiye adına hem İsrail adına endişeleri olduğundan bahsetti. “Siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Ben de ona dedim ki “Sizinle yarım saat civarında bir görüşme olmuş. Ben 1,5 saatten fazla bunu sorulu-cevaplı dinledim. Bunu bize anlatmak mecburiyetinde değildi Üzeyir Bey. Ne sana ne bana anlatmak mecburiyetindeydi.”
“Çünkü milletvekili bile olmayan küçücük bir parti. %1 civarında oy alsa sevinecek bir partide seni, beni kim niye bilgilendirsin. Demek ki bu konuları anlatabilecek kim vardır Türkiye’de deyince, bizi adam yerine koymuş oluyor.” dedim. Bu insan bizim için de kıymetli oluyor. Ben de bana anlattıklarının bütün teferruatını uzun uzun anlattım. “Hocam onu hiç söylemediniz.” dedi. “Sen açmazsan benim aklıma gelmezdi.” “Dolayısıyla ‘Filan bize şunu demişti.’ demek ayrı bir şey. Bunun zararlı olacağını konuşuyoruz da sen Üzeyir Bey’den bahsedince ben açılmak zorunda kaldım. İyi oldu. Birbirimizi tamamladık ve gördüğümüz şu; Üzeyir Bey, İsrail ve Türkiye arasındaki muhabbet, alışveriş devam etsin. Koruyucu bir hava olursa Museviler adına sevineceğini çünkü kendisinin de 13. Kabile dediğimiz Türk kökenli Musevilerden olduğunu…”
“Onun için, Türklük damarımızda, Musevilik geçmişimizde var. Şimdi hangi dinden olduğumu sormazsın.”, “Sormam.” dedim. Böyle bir hatıra da var. Bir muhabbet de var aramızda ve o günkü şartlarda da bir mecburiyet olmadıkça da ben komşularımla iyi geçineceğim ama İsrail ile de geçinmek faydalı olabilir ama İsrail’de olup bitenler ve bize karşı takındığı tavır çok incitici. O zaman onu diğerleriyle yan yana koyduğunuzda daha fazla dikkatle üzerinde durmak gerektiği konusunda bir mutabakatımız var. Kamuoyu da bu yönde ne söylersen onu hemen aleyhinde bir nevi hap gibi almaya müsait ama bu da tehlikeli. Sizin gibi doğru şeyler yapmaya namzet ve öyle farklı düşünen İsrail yönetiminden insanlar, aydın veya üniversite hocası, politikacı varsa bunlarla da teması kesmenin bir faydası yok. Çünkü birinci ağızdan alabileceğiniz bilgileri değerlendirmek başkalarının kulağınıza söylediğinden daha kıymetlidir. Politikada bu çok önemlidir. İstihbaratta da çok önemlidir.
O yüzden birbirimize baktık ve dedik ki Üzeyir Bey ile olan temasımızı, dostluğumuzu daha güvenli bir şekilde karşılıklı ifade etmekte fayda var. Çok güzel çalışmalar, çok güzel görüş alışverişleri oldu. Sonuç olarak, bununla ne kadar tehlikeli olacağını Garih bize söyledi. Biz de zaten aynı görüşteyiz. Garih ile görüşmeden evvel de biz aynı görüşteydik. Bu görüşler birleşince, bizim görüşlerimiz Üzeyir Bey’in görüşleriyle getirilip çakıştırılınca bir daha değerlendirme yaptık. Dedik ki böyle bir sistemde zaten İngiliz istihbaratçıları ve komutanları tarafından Kraliçe’ye sunulan raporlar var. Onların bir bölümünü de gördük. Onlardan birisi şuydu; yanlış hatırlamıyorsam Arnold Toynbee’ye aitti. O hem sosyolog hem asker hem bilim adamı. Çok yönlü bir komutan. Özellikle bizim Güneydoğu, Doğu bölgesinde ayrılıkçı hareketlerin yeşertilmesi konusunda çok çalışmalar yapmış, yani Rus Nikitin’den daha etkili bir adam. Onun sözü; “Mısır’ı idare edebilmek için her Mısırlının arkasına bir İngiliz askeri dikemeyiz. Ama Mısır’ı idare edecek olanları avucumuzun içerisine alırsak hem maliyet hem zayiat bakımından bizim için çok kârlı olur. Çok iyi bir ticaret olur. Yani Mısır’ı idare edecek devlet adamlarını, yazar, çizer, bilim ve fikir adamlarını avucuna aldığın takdirde bunun maliyeti nedir? 5 kuruş. Öbür türlü ölüm var, asker var. Bundan daha kârlı bir yol olamaz. Onun için biz idarecileri avucumuzun içerisine alalım.” sözüne bu ikili partiyi idare etmek, onları birer diktatör ya da tek söz sahibi adam hâline getirmek, Türkiye’yi çok rahat sömürmek, çok rahat işi kolay görmek anlamına gelir. Bu konuda tam bir mutabakatımız vardı ve bu devam etti.
En azından vicdani olarak, gerek Allah’a karşı gerek millete, kendimize karşı sorumluluğumuz açısından çok faydalı işler yaptığımız kanaatindeyim ama burada sözünü düşünerek, tartarak akıldan, kontrolden geçirdiğini zannediyorum. Bilenlerle istişare ederek de görülmeyen, çok değerli, çok yararlı bir arkadaş daha vardı: İrfan Sönmez. Hâlen kendisine o saygım devam ediyor. Partide böyle değerli insanlar da var ama bunlar çok az Ankara’ya gelebilen, uğrayan insanlardı. Onlarla da güzel işler yaptık. Fakat seçim konusunda bir türlü biz bu Türkiye’yi idare etmeye hazırız, namzetimiz konusunda ciddi bir tavır gösteremedik.
Bu bizdeki tehlike fikrini daha açık anlamamıza sebep oldu. Onun için “Nur içinde yatsın.” diyeceğim. Şimdi sistem bunu gerçekleştirecek noktaya getirilemedi. Anayasa değişikliği, Siyasi Partiler Kanunu’nda ve benzeri kanunlarda değişiklikler yapılması gerekiyordu. Erken seçimler bunlara mâni oldu. Dolayısıyla o dönemde her parti kendini Meclise atmak suretiyle bir şeyler yapmak istiyordu. Ama şunu da görüyordum; bazı partilerin genel başkanları “Benim mutlaka Mecliste olmam, benim mutlaka başbakan olmam gerekiyor.” diye beyanatlar veriyorlardı. Mesela Irak’ın işgali söz konusu olduğunda Ecevit çok ciddi tavır koydu. Sadi Somuncuoğlu, ben, diğer birçok arkadaşımız çok ciddi tavır koyduk. Komşularımızla kavga ederek değil, konuşarak zengin olmalıyız. Ecevit de bunu savunuyordu. Bir de ben biliyordum Ecevit’in Kissinger’ın talebesi olduğunu ve Orta Doğu konusunda, olup bitecekler konusunda en sağlam bilgilere, en teferruatlı gizli bilgilere, saklı bilgilere de sahip olduğunu biliyordum. O yüzden de Bülent Ecevit’in bu konuda hata yapmayacağını düşünüyordum ve yapmadı. O yüzden de hükûmet gümbürtüye götürüldü. Bunu da söyleyeyim.
O zaman Irak’ın işgali söz konusu olduğunda bu siyasi partilerden birisinin genel başkanının şu sözü vardı; “Benim mutlaka Irak hadiselerinin çıktığında burada başbakan olmam lazım.” Bunun özü şuydu; Amerika’nın emrine selamı çakıp, topuğu vurup körlemeye dalmaktı. Kime karşı? En azından komşumuza karşı. Sınır komşumuza karşı Amerika’nın parasız askeri. Parasız diyorum çünkü para yine bizden çıkacak. Gönüllü askerliğini yapmak durumundaydık. Tabii ki biz bunlara kendimizi kaptırmadık ama daha sonra bunlar üzüntü verici şekilde gelişti ve sonunda iki partili noktaya getirildi.
Bor Madenlerine karşı biz de Muhsin Bey de ne kadar hassas olduk. Bu konuda ben daha çok bilgi sahibi olduğum için Parlamentoda da çok mücadele verdik. Benim hükûmette olduğum zamanda da onların devre dışı bırakılmasını ve neden Bor Madenlerinin devlet işletmesinde devam etmesi gerektiğini hükûmete kabul ettiren de bendim. Benden daha iyi bilen yoktu. Dolayısıyla Sayın Ecevit de o konuda bir şey olduğu zaman “Enis Hoca sen ne diyorsun? Kimse Enis Hoca’nın bakanlığını dışarıdan idare etmeye kalkmasın. Herkes kendi bakanlığını idare etsin. Bu ne yaptığını biliyor. Enis Bey sen de başka bakanlıkların bakanlığını idare etmeye kalkma.” diye onu da