bunun teferruatını anlattım. Sadece konuya ilgisi fazla olmadığı için girmeyeceğim ama Recep Tayyip Erdoğan ile 2 defa görüştüm. Bunun her ikisinde de Muhsin Yazıcıoğlu ile beraber gittik. BBP genel sekreteri idim. Erdoğan başbakandı. Onun talebi üzerine gittik. Otelde bir toplantı yaptık ve Barzani’nin Kerkük’teki mezarlıklara, tapu dairelerine ve nüfus dairelerine girebileceğini, devletimizin hemen müdahil olmak üzere hareketlenmesi gerektiğini Muhsin Bey’in imzası ve açık bir mektupla bildirdik. Başbakan’ın bu mektubu okuyup okumadığını da Özel Kalem’i vasıtasıyla takip ettik.
Ama bunlar dikkate alınmadı, Kerkük ondan sonra darmadağın edildi. O zaman biz BBP olarak daha farklı ve Türkiye’nin kendi özüne kendimizi bağlamak suretiyle daha millî, daha bilgiye dayalı teorik meselelerden ya da hoş sözlerden öte nelerin olup nelerin olamayacağı konusunda hazırlıklı olmamız gerektiği konusunda mutabakata vardık, bu minvalde çalışmaları sürdürdük. Ama başarılı olduk mu? “Hayır.” Kimse bizi dinlemedi. Neticede tarih tekerrür etti ve bu tarihin tekerrürü ibret alınmadığı için, ders alınmadığı için dün böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacağı kuvvetli görülüyor.
MHP içinde iken yaşadığınız sorun ve dertleri Genel Başkan Bahçeli’ye anlatmadınız mı?
Ben MHP’de ülkücünün ülkücüye, hem de 35 yıllık namlunun ucunda bu davaya hizmet eden, tesadüfen ayakta kalan bir mensubu olarak o yaptığım mücadelede mafyatik hareketlerden, yalancılıktan ve birbirine tuzak kurmaktan bıktım ve bunu Sayın Bahçeli’ye birkaç defa aktardım. Sayın Bahçeli, her defasında nezaketle dinledi ama hiçbir şey yapmadı. Çok sıkıştığı zaman da saatlerce susup sükût yolunu tercih etti. Konuşmayan, gereğini yapmayan bu tavrı dolayısıyla yararlı olamayacağıma kanaat getirdiğim için ayrıldım. Orada eğitim ve kültürden sorumlu başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Başka görevler de yaptım ama hiçbir şey olmayacağını çabuk keşfettim. Bununla ona buna suç atmıyor, sadece olanı söylüyorum.
Suspus olmak, susmak… “Sabırlı adamlarmış, nezaketlerini hiç bozmadılar.” gibi laflar kılıf bulmaktan öteye gitmeyen söylemlerdir. Değeri yoktur. Çünkü müspet yönde gelişmeyi görmüyorum. Bunları neden söylüyorum? Tarihe böyle geçsin. Bunu da bir düşünsün insanlar zamanla. Bizim nesil düşünemeyebilir. Daha sonrakilere tarihe not düşmek için söylüyorum. Olmadı ve ben Kemal Derviş ile olan mücadelemde yalnız bırakıldım. Haklılığım biline biline yalnız bırakıldım. Abdullah Öcalan’ın idamının, arkadan dolanılarak komisyonlara üye göndermemek suretiyle uygulanmaması, kararın Meclisten uzun süre kaçırılması gibi şeyler bardağı taşıran son damla oldu. Bu süreçte kendi hukukunu, kanununu uygulamayan bir devlet gördüm. Bu devlet başka yerlerden talimat alır hâle gelmişti. Benim bunu hazmetmem mümkün değildi. Hangi kuruluş, hangi ittifakın içerisinde olursanız olun ülkenizdeki hukukunuzu tatbik etmek mecburiyetindesiniz. Aksi hâlde hukuk devleti olmaktan çıkarsınız. Emir alan, ona buna göre gerekçeler bulup anayasayı da hukuku da çiğneyen idareciler durumunda kalırsınız. Bu bardağı taşıran son damlaydı ve MHP’den ayrıldım.
Yazıcıoğlu’nun Türkeş’le yollarını ayırma sürecini ve perde arkasını biliyor musunuz?
Ben Muhsin Beylerin, MHP’den neden ayrıldıklarının teferruatının teferruatına kadar biliyorum. Haklı bir ayrılış sebeplerinin olduğunu söyleyeyim. “Daha makul, daha uygun, daha açık bir politika güdebilir miyiz?” şeklinde bir denemeyi yapmaya mecbur kaldılar. Ben bunu Türkeş Bey ile de görüştüm. “Arkadaşlarla geçinemediler. Benim ile olan ilişkilerinde de biraz erken büyümüş gördüm. O yüzden bir şey de diyemedim. Ama bizim arkadaşlarımız. ‘Hayır, hiçbir faydaları olmadı.’ şeklinde inkâr edici yaklaşım bize yakışmaz. ‘Bir yol deniyorlar, denesinler bakalım.’ ” demişti.
O “Denesinler bakalım.” dedikleri konu, benim bakan olduğum dönemde MHP’de değişmemişti ve onu deneme konusunu uzun süre görüştük. 7-8 defa bir araya gelerek bunları tartıştık. Mutabakat sağlandıktan sonra benim gibi düşünen 8-10 arkadaş daha vardı. Bizim burada bu güzel denemeyi yapma şansımız var. Arkadaşlar da bu sözü bize veriyorlar, o zaman burada yapamadıklarımızı orada yapalım. Türk milletinin arzu ettiği ümitlerini yeşil tutmaya, canlı tutmaya gayret edelim. Başarırsak herkes gibi biz de seviniriz. Başaramazsak “Niye başaramıyoruz?” Tecrübe kazanırız. Çünkü bizim nesil, 1960’lardaki süregelen dönemde en iyi yetişmiş, en çok okuyan, memleket meselelerine en çok kafa yoran bir nesil olarak bunları tecrübelerine katmak ihtiyacını en çok hisseden, sorumluluk duygusu yüksek olan bir nesildi. O yüzden biz mutabık kaldık, 3 arkadaş MHP’den ayrıldık ve orada eski yerde yapamadığımızı yapmak üzere bir araya geldik. BBP’ye geldim, Genel Sekreterlik boştu, görevlendirme şeklinde o görevi de bana verdiler ve hemen seçim geldi.
Muhsin Bey’in “Devleti biz yöneteceğiz, biz alırız.” şeklinde büyük bir düşüncesi, bu konuda çok ciddi hazırlıkları, heyecanı ve felsefesi vardı. Uygulamada yakın çevresinin tesirinde herkesin kaldığı gibi o da belli ölçüde kaldı, biz olsaydık belki biz de kalacaktık. Ne yazık ki bu eksiklik giderilemedi. Ben tabii o kadar değerli, hamiyetperver, insanlık değeri son derece yüksek olan bir insanın, eksik gördüğüm tarafını söylemeyi bir tarihî görev, bir hatırlatma olarak gördüm. Güven? Herkes birbirine güvensin de soru işaretinin noktasını silmeyelim.
Bu söylediklerine tamamen iştirak ederim. Şimdi bunlar tesadüf olamaz. Şimdi niye bu kadar kesin konuşuyorsun? En azından bunun tesadüf olmadığını biliyorum. Bir gün zannediyorum Aydın’da spor salonunda konuşmalar yaptık. Sonra da il başkanının evine yemeğe geçtik. Orada nahoş bir hadise oldu. Orada Muhsin Bey ile bu konuda uzunca bir görüşme yaptık. Şimdi bana şeyi anlatıyor, -rahmetli diyeceğim- hangisini daha çok seviyordu, hangisine çok biat etmiş ya da bağlanmıştır o konuda bir şey diyemem ama Üzeyir Garih… Çünkü Müslüman gibi davranış, ahlak ve konuşmalarında son derece tasavvuf bilgisine de vâkıf istifade edilecek kültürü olan birisiydi. Onun öyle bir şeyi vardı. Orada hem Küçük Hüseyin Efendi, Beşiktaş’taki bir caminin imamıydı hem de zannediyorum Nakşibendi tarikatının da bir mensubu. Fevzi Çakmak da ona bağlı bir kimseydi. Kendisi ve babası da Küçük Hüseyin Efendi’ye çok hürmetleri olan, bağlılık gösteren birisiydi. O yüzden Müslüman mıydı, Musevi miydi derseniz, her ikisi de desem bir tuhaf olur. İkisinden biri desem, ayırmak zor. Çünkü iş hayatı, çevresi, kendisinin Musevi asıllı bir aileden gelmiş olması, onunla ilgili bir şeyler anlatmıştı. Üzeyir Garih Bey daha eskiden, daha öteden beri yakından tanıdığım birisiydi. Severdim. Neden derseniz, bizim toplum, genellikle gayrimüslimlere karşı geçmişte çok kazık yediği için, çok aldatıldığı için ön yargılı, biraz da böyle tedbirli bakar. Ama ben Üzeyir Bey’de şunu gördüm; bu ülkeye en yeni teknolojilerle yatırım yapan, sadece çok para kazanıp bu parayı başka yerlerde savuran değil, kazandığını Türkiye’de harcayan büyük bir iş adamı. Böyle bir adama şapka çıkarıp selam durulur.
Süper bir kalite, her verdiği sözü tutan bir adam ve bir de Türkeş Bey’in yanında. İstanbul’a da gerek ramazanda gerekse başka zamanlarda, yemeklerde yani sağında Üzeyir Bey oturursa solunda ben otururum. Daha başka bir büyüğümüz geldiyse Üzeyir Bey’in yanında otururum. Ama Üzeyir Bey mutlaka Türkeş Bey’in yanında oturur. Böyle belki 10 defa, 20 defa görüşme imkânımız,