caddeye yakınlığını araştıran bizler önünde sonunda gideceğimiz sonsuz yer hakkında hiçbir araştırma yapmıyoruz.
Korkumuz öyle tehlikeli ki, bizleri duraksamaya değil, kaçmaya sürüklüyor. O kadar yanıltıcı bir korku ki, düşünmeye değil dağılmaya sürüklüyor ve bizler sonsuzluğa dair tüm sorumluluklardan koşarak kaçıyoruz. Kaçtığımızı sanıyoruz çünkü insanı korkutan şey bilmemektir, idrak etmediğimiz sürece korkularımızı yenemeyiz.
Bir arkadaş vardı, sene boyunca sevmediği bir işte çalıştı, mesai yaptı, para biriktirdi ve yaz için güneyde bir otelde yer ayırttı. Bütün sene tüm zamanını, gücünü, sağlığını on beş günlük bir yaz tatili için harcamış ve “Kafa dinlemeye ihtiyacım var,” deyip gitmişti. Döndüğünde yine aynı kişiydi. Tekrar çalışmaya başladı, mesaiye kaldı, toplantılara katıldı ve uyudu… Kafasını dinleyeceğini sandığım yolculuktan kafasını dağıtıp gelmişti.
Oysa bizler dünyaya bir sahil kasabasında kafa dağıtmaya değil, bulunduğumuz her ortamda kâinatın sesini duyabilmek amacıyla gönderildik. Kâinat kitabını okuyup işaret ettiği mesajları anlamaya çalışacak, kâh huzur bulacak kâh zorlanacaktık. Yorulunca, okuduğumuz kâinat kitabının duraklarında molalar verip dinlenecek, sonra tekrar yolculuğa devam edecektik. İnsanları sevecektik, yardım edecektik imdat diyenlere, rızkımızı endişe duymadan bölüşecektik, böylece yeryüzünde açlıktan ölenler olmayacaktı ve ilk emre uyup kâinatı okuyarak geçecekti kısa ömrümüz.
İlk emri “oku” olan kitabın birçok yerinde bize söylendiği gibi düşünecektik, kafamızı önümüze koyup Yaradan’ı dinleyecektik, uzak durmaya çalışacaktık kötülüklerden; “Düşünmez misiniz?” diyen Rabbe, “Ayetini düşünüyorum Rabbim,” diye cevap verecektik.
Lakin çoğu şeyi yanlış anladığımız gibi kendimizi dinleme mesaisini de karıştırdık. Tatilde deniz-plaj keyfini, sosyalleşmeyi, gezmeyi, hiçbir şey yapmadan uyumayı kafa dinlemek sandık.
Nasıl kafasını dinler ki insan O’nu düşünmeden?
Dağıldık… Kurumuş yapraklar gibi korkuyla savrulduk. O’na varacağımızı bildiğimiz için ürktük de uzak durduk O’na yaklaştıracak yollardan. Bir o yana bir bu yana savrulduk. Ruhumuz bedenimize darıldı, terk etti bizi. Ruhsuz birer robot gibi yaşamaya başladık. Boş bedenimizdeki yaraları sarmanın tek yolu ise kafayı dağıtmak için oradan oraya savrulmak oldu.
Lakin bizden umudum var ey yoldaş dost! Benim bu satırları yazmama neden olan yolculuk gibi elbet hepimizin çıkacağı yollar var.
Bir gün sen de bir yolculuğa çıkacaksın; belki bir kişi ya da bir olay vesile olacak, belki de bu satırlar, kim bilir… O gün artık eski sen olmayacaksın, o gün dünya hayatının bir oyundan ibaret olduğunu anlayıp kendi içinde bulacaksın aradığın dermanı. O gün kafanı dağıtmak için değil, içindeki sesi dinlemek için çekileceksin bir köşeye. O gün anlayacaksın ayetin ne demek istediğini:
“Size verilen şeyler, dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
Acı
Hasret zaman geçtikçe azalır mı, yoksa artar mı dost? Bence hasret artıyor da biz özlemeye alışıyoruz. O yüzden ilk zamanki gibi acı hissetmiyoruz. Artık tanıdığımız o acı hep bizimle.
Yine de acı yerleşince bir kez yüreğe, üstünden asır da geçse yerleştiği yerin sancısı geçmez. Bazen bir insan yüzünde, bazen sesinde, bazen gülüşünde hatırlarsın ve kanamaya başlar. Dururken, yürürken, bir ambulans geçerken hatırlarsın da yüreğin kanamaya başlar.
En çok da gidişler acıtır. Geri dönüşü olmayacağını bildiğin ama elinin, kolunun, ayaklarının, dilinin bağlı olduğu çaresizliğin hazan vuran saçlarını beyazlatır.
Bazen tüm sevdiklerin tek tek gider. Her gidişte ölecek gibi olursun, artık bittiğini düşünürsün, devam edemeyeceğini sanırsın, ağlamaktan gözyaşların kurur, sen de gitmek istersin ama yapamazsın. Gidenler senden bir parçanı götürürken geriye bıraktıkları izlerle tutunursun hayata, çünkü O git demeden karınca bile atmaz adımını.
Ve çektiğin tüm acılara bir elif miktarı susabilirsen, ancak o zaman imtihanın mübarek olur.
Bölüm 2
Yuva
Rüya
Büyükannemin yanından dönerken gözyaşlarım aniden bastıran yağmura karışarak kayboluyor. Bir yanda hasret acısı diğer yanda da aklım şeftali ağacında. Sabah ilk işim ona gerekli tedaviyi yapmak olacak. Öyle ya, sevdikleri giderken hiçbir şey yapamayan bu aciz Elif kız, şeftali ağacına çok iyi bakmalı. Büyükannemden sonra hâlâ nefes alan tek dostum oyken üstelik… Büyükannem de burada olduğumu biliyordur artık. Dualarım daha yakından… Şeftali ağacını da iyileştirebilirsem eminim gülümseyiverir yattığı yerden.
Bu düşüncelerle yürürken derin duygular seline kapılıp gidiyorum. Uzun uzun bakıyorum aşina olduğum bu topraklara.
Karanlık daha koyuydu bu kasabada, ama aydınlatmak için parıldayan yıldızlar daha çoktu. Yollar topraktı, ama yağmurlar tozlanmasına izin vermezdi. Güneş pek görünmese de daha sıcaktı. İçime işlemişti buranın sıcaklığı.
Yüzüme annemin dediği o şapşal gülümsemeyi takınmış yürürken bir anda attığım adım yerle buluşmuyor. Karanlık, ıslak, derin bir kuyuya doğru çekildiğimi hissediyorum. Bir mezar gibi… Acıyan bedenimin sızılarını duyumsuyorum ama gözümü açmaya yetmiyor gücüm, bir de içimden geçenleri susturmaya…
Susmuyor zihnim.
Tüm sevdiklerim beni terk ediyordu. Önce dedem, babam, büyükannem ve şeker dağıtan adam… Hepsi gitmişti. Annemle zaten hiçbir zaman bir anne-kız gibi olamamıştık, sanırım babamın gidişini bana bağladığı ve beni her gördüğünde aklına babam geldiği için bana hiç “kızım” demedi, hiçbir kararıma karışmadı, ağladığımda yanımda olmadı, “Sen bilirsin,” dedi ve elbiselerin üstüne boncuk işlemeye devam etti. “Sen bilirsin,” demekle bana dair tüm sorumluluklardan kurtulduğunu sanıyordu. Onunla hep bir ev arkadaşı gibi yaşadık. Belki de bu yüzden, büyükannem annelik yaptı bana, o da gidince ben tek kaldım işte bu fani dünyada.
Giderek daha çok üşüyorum, soğuk ve ıslak ama vücudumdaki sızılar azalır gibi oluyor. Bir de bakıyorum ki artık göz kapaklarımın ağırlığına teslim oluyorum yavaş yavaş. Derken birinin belimden kavradığını hissediyorum. Sonra ruhun bedenden çıkması gibi yükseliyorum.
Öldüm mü?
Bu kadar kısa mı sürecekti yolculuğum?
Papatyaların arasındayım. Bembeyaz bir elbise var üzerimde. Bir papatya tarlasında ayırt edilmiyorum; onlar kadar beyaz, onlar kadar narin… Bir karartı var ileride, papatyaların içine yakışmayan. Yaklaştıkça tedirgin oluyorum ama kımıldamıyor. O! Şeker dağıtan adam! Neden böyle simsiyah giyinmiş, neden korkutuyor beni? Bana dönüp ellerini cebine sokuyor, çıkardığında bir adım geriliyorum. Düşecek gibiyim. Elleri kapkara… İçlerinde akrepler, böcekler, çürümüş şekerler var.
Ağlıyorum, temizlemek istiyorum ellerini. Etrafta su olup olmadığına bakınırken ben, arkasını dönüp gidiyor.
O gidiyor gitmesine ama bu sefer ben de tutamıyorum kelimelerimi.
“Dur, gitme!” diye haykırıyorum.
Duruyor. Bakmadan yüzüme,