Betül Ak Örnek

Bir Yolculuktur Aşk


Скачать книгу

açan sevda çiçeklerine o kadar cahildim ki, onunla birlikte gülmek için onların arasında olmalıyım sandım. Gelecek cuma pencereyi açmaya karar vererek ayrıldım şeker dağıtan adamdan.

      Cuma gelmişti, heyecandan titriyordum. Birazdan gelirdi. En sevdiğim mavi çiçekli elbisemi giydim, kolyemi elbisenin üstüne çıkardım. Bir de büyükannem gibi kokan lavanta kolonyasından süründüm. Bu hâlimden hem utanıyor hem de hislerime yenik düşüyordum. Gri hayatımda epeydir heyecan, aşk duygularından uzak, güvenli limanımda demirliydi gemilerim; ne ki babamın dediği üzere, “gemiler limanda güvendedir, lakin limanlar için yapılmamıştırlar”. İçimdeki gemiler de fırtınanın çıkacağını bilse de denize açılmaya can atıyordu.

      Parmaklarımın ucunda sekerken tahtalar çıplak ayaklarımın ağırlığıyla incinerek ahladı, ama aldırmadım. Koşar adım yürüdüm. Pencerenin önünde öylece kalakaldım. Tülü hafifçe araladım ama kendimi belli etmedim, gelmesini bekledim.

      Geldi…

      Geceden siyah dalgalı saçlarını sağ eliyle geri itti, sonra beyaz gömleğinin kapalı olan en üstteki düğmesini açtı. Pantolonunun cebinden sarkan kravatı, kolunda taşıdığı ceketiyle çocuklara doğru yürümeye başladı. Çocuklar onu görünce koşarak sarıldılar. Biri bacağına sarıldı, kimi sakalını sevdi, bazı kız çocukları ona çiçek verdi. Kız çocuklarının ona olan sevgisi erkek çocuklarınkinden farklıydı. Gözlerindeki hayranlığı buradan anlayabiliyordum çünkü ben de pek farklı değildim, onu bu eski penceremden seyrederken her hareketine hayran kalıyordum.

      Şeker dağıtan adam çocuklarla hasret giderdikten sonra pantolonunun kırışan ütüsünü umursamadan kaldırıma oturdu. Sokağın haylaz çocuğu Mustafa bile top oynamayı bırakıp onun yanına geldi. Tüm çocuklar tam kadro hazırdı. Onun bu hâli bana babamı hatırlatıyordu. O, sokağın ufaklığı Melek’in gözlerine şefkatle bakarken babamın gözlerimin içine bakıp, “Sen benim meleğimsin,” dediği günlerin misk kokusu yakıyordu genzimi. Acıdan dolan gözlerimi ovuştururken bugünkü hikâyesini anlatmaya başlamıştı bile. Dudakları kâh heyecanla gülümsüyor kâh üzüntüyle büzülüyor, elleriyle gökyüzünü işaret ediyor, boşluğa şekiller çiziyordu. Çocuklar ise ağzı açık onun sanki gerçekmiş gibi anlattığı masalı pürdikkat dinliyorlardı. Karşımda olan biteni tiyatro sahnesinden bir kesit gibi benden başka seyreden var mıydı bilmem. Sanki tüm dünya ona bakıyordu. İçimi bir ürperti sarıyordu. Ya onu benim gibi gören biri varsa?

      Şeker dağıtan adam heyecanla anlatırken hikâyesini, bir gün o hikâyelerin birinde ben olabilir miyim diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Acaba cümlelerine ismim müdahil olabilir miydi? Gülüşünün nedeni olabilir miydim günün birinde?

      İçime cevabını veremediğim sorular doluyordu. Nasıl oluyordu da pencerenin arkasından gördüğüm bu adam gönlüme dokunabiliyordu? Üstün güçleri mi vardı? Neden uzun, ince elleri çocukların başını okşarken başım omzuna yaslanmak istiyordu? Kalbim kopacak gibi yerinden oynuyor, yosun gözleri etrafa bakarken beni görür diye endişeleniyordum.

      Korkuyordum. Pencerenin arkasından yolunu gözlediğim, dudaklarını okuduğum, sakallarını sevdiğim, hikâyelerine gizli gizli kendimi koyduğum adam beni görür diye saklanıyordum perdenin arkasında. Görmeden, konuşmadan, dokunmadan hayatıma girip cuma günlerimi bayrama çeviren bu adam eğer gözlerime dokunursa yüreğimi bayrama çevirecek de ben de ömrümü ömrüne kurban edeceğim diye korkuyordum.

      Kısmet kaç zamandır bu hâlimden hoşnut değildi. Sıkıntılı sıkıntılı mırlıyor, onu izlediğim zamanlar odadan çıkıp alt kata annemin yanına iniyor, sanki beni şikâyet eder gibi tıslıyordu. Bendeki bu mecnun hâli tek fark eden kişiydi Kısmet.

      Pencereden ona bakıyordum; bakmadan duramıyor, gözlerimi alamıyordum; ne de güzel konuşuyordu. Belli belirsiz bir gamze vardı sakallarının arasında, bir gözüküp bir kayboluyordu. O çukurun içine hapsolsaydım, orada yaşayıp oraya gömülseydim, hiç ses etmeyip amenna derdim her gülüşüne.

      Birazdan gidecekti, vedalaşıyordu çocuklarla. Az zamanım vardı. Ya şimdi çıkacaktım gizlendiğim yerden ya da kırılan cesaretimle onun tekrar gelmesini bekleyecektim. Babam, “Bir işi yapmaya bir kez tereddüt edersen bir dahaki sefere gereken cesareti gösteremezsin,” derdi. Derin bir nefes alıp pencerenin koluna sımsıkı sarıldım. Pencerenin zavallı kolunun ölümü elimden olacaktı.

      Var gücümle kendime çektiğim pencere sarsılarak, gıcırdayarak, yıllardır açılmıyormuş gibi dışarı doğru açıldı. Pencerenin evin taş duvarına vuran tık sesiyle kafasını kaldırıp koca gözleriyle gözlerime baktı.

      Ne bakması?

      Vurdu…

      Göz bebeğimden girdi nazarı, yüreğimden çıktı.

      Tüm hücrelerim ayaklandı, ruhum çıkacak oldu parmak uçlarımdan. Ayaklarım uyuştu, düşeyazdım. Kaskatı kesilen bedenim olduğu yere mıhlanmış, gözlerinden başka yere gidemiyordu bakışlarım; öyle ki, o andan bir nefes gitmek Bağdat kadar uzaktı.

      Bu hâl nasıl olmuştu da aniden böylesine tesir etmişti bana? Aşk şarabından içmeden sarhoş olmuştum. Yıllardır benliğimi saran boşluk o baktıkça doluyordu sanki.

      Elim göğsümdeki kolyemi sımsıkı sararken ondan başka tutunacak kimsem yoktu. Gözyaşlarım biriktikçe görmemeye başladım. Etraf buğulanmıştı, usulca kalkıp gözlerini gözlerime mühürlemiş vaziyette birkaç adım attı. O yaklaştıkça dalgalanan gözlerinde taşıdığı hüznü gördüm. O gülümsemelerin arkasında koca bedeninde sakladığı ufak çocuğun gözleri yaşlarla doluydu, belki de o yüzdendi çocukları mutlu etme çabası.

      Zaman ağır çekimde ilerliyordu. Yönünü bana çevirmesiyle etrafımdaki dünya anlamını yitirmişti. Filmlerde görmüştüm bu sahneleri, bir gün hayatımın hiç unutamayacağım bir kesiti olacağını bilemezdim.

      Bana doğru ilerledikçe çıplak ayaklarımdan yüreğime yürüyen yangının acısıyla sıkı sıkı tutunduğum kolyem birden ellerimden kayıp penceremin altında duran adamın önüne düştü. Kolyem, sahip olduğum tek değerli dünyalıktı. Büyükannemden yadigâr, gül rengi kolyenin üstüne kahverengi bir taş oturtulmuştu, kenarları dantel gibi işliydi. Eski kokardı ve taşın üstünde siyah boyayla çizilmiş bir harf vardı. Elif…

      Doğduğumda büyükannem bu kolyeyi boynuma takmış, “Bu kızın adı Elif. Yaşadığı sürece bu kolyedeki elif gibi dik duracak, bir tek Allah’ın önünde vav gibi eğilecek. Niyetimi kabul et Allah’ım,” demiş.

      Adım Elif olmuş, kendimi bildim bileli boynumda taşıdığım ismim gibi dik durmuşum ben de. O yüzden annem, “Bu kızın her lafa bir cevabı var, değişik bu kız; hiç arkadaşı yok, dik başlı,” der dururdu. Oysa hiç anlamadı ismimi yaşadığımı.

      Ve ben Elif…

      Düşürdüm ellerimden tek kıymetlimi onun ayaklarına.

      Olmadı büyükanneciğim, sözünü tutamadım, eğildim bu adamın karşısında. Hissettin de sen mi aldın ellerimden emanetini?

      Yavaşça eğildi, kolyeyi yerden alıp avucuna yerleştirdi. Kalkarken saçlarını geriye itti. Yosun gözlerini bana doğrulturken boğazından aşağı derin bir nefes gönderdi. Öptü. Kolyemi öptü. Elife değdi dudakları. Az önce avuçlarımda olan, onun dudaklarına değdi. Gitmeden önce yaptı yapacağını da avuçlarımdan öptü adeta. Kanadı kırık bir kuşu tutar gibi nazikçe avucuyla sardı kolyemi. Her hareketi ayrı meseleydi, yazdıkça yazası gelirdi insanın. Son bir kez daha baktı ve yaktı.

      Ve ona, “Allah’a emanet ol,” bile diyemeden gitti, gölgesinin bacağına yapışmasını umursamadı, zarifçe attı adımlarını.