öyle ya, sevimli kedimin mutlu edemeyeceği çocuk yok! Nitekim o turuncu tüyleriyle kız çocuğunun etrafında dolanıp patisini dizine değdiriyor ve mırıldayarak sevdiriyor kendini. Ufak kız Kısmet’i severken ben de onun kestane rengi dalgalı saçlarını seviyorum.
“Haydi gel, mikrop kapmasın dizin, temizleyelim,” diyerek karşımızdaki çeşmeyi gösteriyorum.
“Tamam abla,” diyor, mahcup. Koca gözleri ışıldıyor, sanki az önce ağlayan çocuk birden etraftan kayboluyor.
Ben de uzaklara dalıp çocuk olmanın en güzel tarafının bu olduğunu hatırlıyorum; unutuvermek. Mutluluğu acıya değişirken bunu hızlıca hiç düşünmeden yapabilmek.
Minik kızın dizini yıkarken Kısmet’e su sıçratıyoruz. Bu durumdan pek hoşnut kalmıyor tabii, biz de gülüşüyoruz memnuniyetsiz hırlamalarına. Ufak kız bu kadar içten gülerken koca kahverengi gözlerine bakıyorum; kalem gibi çizilmiş kara kaşlarının altında nasıl umut dolu ışıldadıklarından muhtemelen haberi yok. Kan kırmızı dolgun dudakları bembeyaz tenine hediye edilmiş bir gül demeti gibi kondurulmuş yüzüne. Öyle muazzam bir manzara ki bu izlediğim, baktıkça bakmaktan alamıyor insan kendini.
Minik kıza bakarken onun bana hissettirdiği eski, lakin tanıdık hâli, ona duyduğum sıcaklık, tanıyor gibi hissetmem onda kendi çocukluğumu hatırlamamdandı.
Babam kirli yüzümden akan yaşların bıraktığı izleri silerken kızgınlıkla dert yanardım.
“Baba beni oyunlarına almıyorlar! ‘Sen küçüksün, anlamazsın,’ diye oynatmıyorlar! Onlara yetişeceğim diye sürekli düşüyorum, keşke beni daha önce doğursaydınız, ben de büyük olsaydım!”
Bunları söylerken her zamanki gibi ağlıyordum, sonra babam gidip beni oyuna almayan çocuklarla konuşuyordu. Bana kötü davrananları azarlayarak, “Bir daha yapmayacaksınız,” diyordu. Ben de diğer çocukların korkusu geçene kadar güvenle gidip oynuyordum, sonra dizlerimdeki yaralar daha iyileşmeden bir diğeri açılıyordu çünkü onlar bir iki gün sonra eski tavırlarını tekrar takınınca peşlerinden koşmaya başlıyordum. Düşüyordum. Kalkıyordum. Tekrar düşüyordum.
Sokakta düşüp kalktıkça, daha büyük çocuklar beni itekleyip oyunlarına almadıkça üzülüp hırslanıyor; bir an önce büyümek istiyordum ki kimse beni küçük ve aciz göremesin.
Yine oyuna katılmayıp kenara itildiğim bir gün ağlayarak eve koşmuştum. Salonda kitap okuyan babam görmesin diye de koşarak üst kattaki odama çıkıp pencerenin kenarındaki yerime yerleşmiştim. Dışarıda çocuklar ufacık kalbimi paramparça etmelerine hiç aldırmadan oyunlarını oynamaya devam ediyorlardı.
Şimdi anlıyorum, o gün o küçük yaşta, yaşımdan büyük ruhumla ilk arayış sorumu sormuştum kendime: İnsanlar nasıl oluyor da bir başkasını üzüp mutlu olabiliyorlar?
Babamın iki kez tıklattığı kapı gıcırdayarak açılmıştı. Zarif babam kapıyı çalıp izin istemeden odama girmezdi, o gün de böyle yaptıktan sonra gözleriyle izin alarak yanıma gelip pencerenin kenarındaki yerini aldı.
“Sokaktan neden bu kadar çabuk döndün Elif’im?”
Hiç unutmuyorum, babam üzülmesin diye, “Oynamaktan yoruldum da dinlenmek istedim,” dememi. Bir yandan da yalanımdan utanarak içimden, “Allah’ım özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim!” diye tekrarlamıştım birkaç kez.
Babam anlamıştı tabii olanları ama benim o an bu konuyu konuşmak istemediğimi bildiğinden ve daha fazla üzülmemem için sesini çıkarmamış, inanmış gibi yapmıştı cevabıma. Pencere kenarına karşılıklı oturmuştuk. İkimiz de birbirimize rol yapıyor, ikimiz de hem hâlimizi anlıyor hem de yaralarımızı ortaya saçmıyorduk. Anlayışı bol nazik babam hem beni üzmemeye gayret ediyor hem de içimden geçenleri okuyordu. Sanki Yaradan, sorularıma cevap versin diye ihtiyacım olan zamanlarda babamı hızır gibi yetiştiriyordu.
Nitekim o gün de tek tük ak düşmüş saçlarını düşünür gibi kaşıyıp başını duvara yaslamış, o sakinleştiren kadife sesiyle, sessizliği düğüne çeviren konuşmasına başlamıştı.
“Ben çocukken çok çelimsizdim biliyor musun? Bacaklarım incecikti, pek iyi koşamaz, ağır işler yapamazdım. Hem de senin gibi sokağın ve ailenin en küçük çocuğu olduğumdan itilip kakılırdım. Sürekli, ‘Sen zayıfsın, kenara çık,’ derlerdi. Mütemadiyen dalga geçerlerdi. Yani pek de hoş bir çocukluk dönemi geçirdiğim söylenemez.”
Gözlerim büyümüş, babama kulak kesilmişken, “Demek ki kaderim babama benzemiş,” diye sevinmiştim. Sonucu ne olursa olsun, bir şekilde babamla aynı şeyleri yaşamak beni mutlu etmişti.
O sırada gülümseyerek muhabbetine devam eden babacığım şöyle diyordu:
“Daha önce de bahsetmiştim, deden evlatlarına karşı sevgisini gösteren bir baba değildi, onun tarafından pek sevgi görmedim. Komşu çocuklarının anneleri çocuklarının yaptıklarıyla başarılarını anlatıp övünürken büyükannen bir kez bile benimle gurur duymadı. Bu durum beni öyle çok üzüyordu ki, ben de kendi kendime hep bir an önce büyüyüp abimi ablamı geçeceğime, çok başarılı olup annemin benimle gurur duyması için çalışacağıma yemin etmiştim. Güçlü olmak ve herkesin takdirini kazanmak istiyordum.”
“Oldu mu peki babacığım, başardın mı bunu?” diye heyecanla sormuş, ondan gelecek “evet” cevabını duyup umutlanmak istemiştim.
“Hayır kızım, başaramadım çünkü vazgeçtim. Büyüdükçe anladım ki, o zamanlar bana göre küçük görülmemin bir sebebi vardı. O zamanlar saf çocuk kalbime kibir ve gurur tohumlarının ekilmesine izin verilmiyordu. Ben de bunu bilmeden üzülüyordum ama bu üzüntü, güçlenmesi gereken kişilik toprağımın ihtiyacı olan yağmurun yağmasını sağlıyordu. Hiçbir şeyi doğru düzgün yapamamanın arkasındaki ‘Haddini bil!’ sesi, annemin beni övmeyişi, hepsinin bir sebebi vardı; günahsız bir çocuğun kalbine üstünlük ve gurur tohumları değil, alçakgönüllülük fidanı yerleşsin. Bu dünyada üstünlük taslayacağı hiçbir şeyi olmayan bir insan olsun.”
Bu ders değildi, bu, korumaktı. Kendini kendinle vuracağın vakit görünmeyen bir elin seni yolundan uzaklaştıracak duyguları kalbinden söküp atmasıydı.
Devam etti babam.
“Bazen böyle olur, Allah içimizdeki kötü duyguların büyüyüp benliğimize hizmet etmemesi için umduklarımızı buldurmaz çünkü O’nun için üstünlük ancak takva iledir. O, kıyafetlerin uyumuna, paramızın çokluğuna, güzelliğe, kültüre, sosyal çevremize, gücümüze bakmaz. Kim bana daha yakın olmaya çalışıyor diye gözetler…”
Buğulanan gözlerimi silerken küçük kız hâlâ Kısmet’le oynuyor. Ona tüm bunları anlatmak istesem de tutuyorum kendimi. Yanına yaklaşıp dizlerimin üstüne çöküyorum ve küçük ellerini tutup avuçlarından öperken koca gözlerinde gördüğüm küçük Elif’e göz kırpıyorum.
Kulağına yaklaşıp, “Sana özel bir şey söyleyeceğim,” diyorum. Şaşkın bir ifadeyle açıyor koca gözlerini.
“Ben bir yolculuktayım, geldiğim yerin çok büyük bir sultanı var. O ne derse o yapılır, ol deyince istediği her şey olur,” diyorum.
“Gerçekten mi?” diye soruyor heyecanla.
“Evet, gerçekten. Bana dedi ki, yolculuğunda ufak bir kızla karşılaşacaksın, ona selamımı söyle. O benim için çok değerlidir. Kanayan dizlerinden öp ve ona de ki, ileride çok güzel bir park var, parktaki en büyük ağacın altında ona bir hediye bıraktım, bu hediye onun zarif kalbi için.”
Heyecandan