önce varıp hediyesini bırakmak için acele etmem gerektiği aklıma gelince Kısmet’i kucakladığım gibi parka koşuyorum.
2. Durak
Niyet
Gidiyordum ama ne için yürüdüğümün bilincinde değildim. Bakıyordum ama görmediğim için kör bir bakışın ötesine geçemiyordum. Hareketlerim manadan yoksun olduğu için sonuçta yaptığım işler mekanikti.
Hiçbir işimin düzgün gitmediği zamanlar nedenler arayıp durdum. Neden olmuyordu? Neden yaptığım işler içime sinmiyordu? Dışarıdan bakınca her şey yolundaydı, o zaman bu bendeki iç huzursuzluğunun sebebi neydi?
İşte bu zamanlar, sıkıntılar beni sonucu keşif dolu bir arayışa itecekti. Başlangıcı sıkıntılı, sonucu huzur dolu arayışım, “her işte bir hayır vardır” sözünün sağlaması gibiydi.
Hiçbir şey bilmeden gayriihtiyari yapmaya başladığım ilk şey dua etmek oldu.
“Allah’ım, beni kâinatı Senin anlamamı istediğin şekilde görebilecek bir anlayışa erdir.”
Her sabah gözlerimi açar açmaz içimden geçirdiğim ilk şey buydu, ki o zaman cevabı zaten bulduğumun farkında değildim. Yaptığım şey “niyet etmek”ti, dualarım zamanla niyet etmeye evrildi. Bir süre sonra artık her uyandığımda, “Allah’ım, bugün kâinatı arzuladığın gibi görmeyi istiyorum,” diye niyetlendim. Öyle ki, gün içinde birçok kez her davranışımdan önce bu şekilde Yaradan’la konuşuyor, kendimi ve yapmak istediklerimi O’na bildiriyordum. Sonraki süreçler puzzle’ın parçalarının yerine oturup resmin tamamlanması gibiydi; bu zamana kadar ipucu olarak gönderilen tüm parçalar kalp gözümde can bulmuştu.
Öyle ya, eylemi anlamlı kılan, yapılan işlere ruh veren niyet etmekti. Eylemlerim ne kadar doğru olsa da nihayetinde eksikti çünkü amacımı Yaradan’a bildirmiyor, böylece O’nun hikmetinden nasiplenemiyordum. Karıncanın ayak sesinden haberi olan Allah içimizdekilerin hepsini zaten biliyordu, muhakkak niyetimizi bilmeye de ihtiyacı yoktu ama bizim O’nun huzurunda kendimizi ifade etmeye ihtiyacımız vardı. O’nunla konuşup davranışlarımıza bir anlam yüklemeye, O’nun rahmetinden faydalanmaya ihtiyacı olan bizlerdik. Toprağa rastgele atılmış bir tohumla, büyüyüp tatlı meyveler versin ve dalları kuvvetli ve yemyeşil olsun diye niyet edilip, özenle ekilip sulanan tohum aynı olur muydu hiç? Aynı meyveyi verseler dahi güzel niyetle ekilmiş tohumun meyvesi yendiği vakit vücutta etkisi farklı iyilikte olacaktır çünkü niyet tüm hücrelere bir anlam yüklemiş ve gelişigüzel değil, kendilerinden haberdar olmalarını sağlamıştır.
“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” O günlerimi, karamsarlıktan çıkış yolumu düşünürken aklıma gelen bu hadis tüylerimi diken diken ediyor. Bu kutlu sözler bana, sen bir hayrı yapmayı gönlünden geçir, ola ki bir engel çıktı yapamadın, olsun, kalbini temiz tutarak istemen daha hayırlıdır, çünkü Allah kullarına amelden ziyade içteki niyete göre rahmet eder demek istiyordu. Nasıl müjdeli bir haberdi bu! “Sen yeter ki safi amaçla iyi bir iş yapmayı düşün, bana haber ver, izin iste; sonra o güzel niyetini olmuş bil,” diyerek sevindiriyordu Yaradan bizi.
İşte böyle dostlar, cevap bulmaya niyetlenince Yaradan yanıtları türlü vesilelerle gönderiyor. O gün bugündür niyet etmenin sırrını öğrendikten sonra sevmeye niyet eder oldum, değil mi ki her güzel işin başı sevgi. Benim de eksiğim, kana kana içmek istediğim suydu aşk…
Sevda yolu, âşığın kalbine hicret etmek… Ben de bu yolculukta niyet ettim Sevgili yolunda Yaradan’ın huzuruna varmaya.
Bilirim bu yol çetindir. Yorulacağım, ağlayacağım, yaralanacağım, lakin bir gün O’na varacağım.
Kalan ömrümün tüm durakları O’nda beklesin, sokaklarım gözlerinde bitsin, duruşlarım kucağında konaklasın.
Kaybedecek vakit yok! Çünkü hiçbir yol yoktur ki sonu olmasın.
Pencere
Her ruhun dünya yolculuğunda ulaştığı bir nirvanası vardır. Nirvanaya ulaşabilmek için ömür yolculuğunda çeşitli duraklar var, bu duraklara ben “manevi kurtuluş durağı” diyorum. Duraklar bir kayıp, bir düşünüş, bir mucize, hastalık ya da dünya sınavı olarak çıkıveriyor karşımıza. Bu durumlarla karşılaştığımız o durakta soluklanarak gönderilmek istenen mesajı sakince karşılayıp adabınca okuyabilirsek, içerdiği güzelliği bulabilirsek, o durak, yani o çetin sınav böylece “manevi bir kurtuluş” olup, ruhun rahatlayıp huzur bulmasına dönüşüyor.
Benim yolculuğumun “manevi kurtuluş durağı” bir pencere kenarında başladı; kâinatı izlediğim, düşünüp kitap okuduğum, yazdığım, dertlendiğim cilası atmış eski tahta bir pencere kenarı tüm bu yazdıklarımın nirvanası oldu.
Pencerem artık çok yaşlanmıştı, boyası dökük ve kulpu kırıktı. Kışın soğuk soğuk estirirdi üzerime ama alınmazdım onun bu serseri hâllerine. Diğer pencerelerden farklı gösterirdi sanki dışarıyı. O kadar yer gezmiş, birçok pencereden bakmış da değildim ama bu eski hâliyle farklı bir görüş açısı sunuyordu pencerem. Bazen, “Boş ver, görme,” der gibi puslanırdı, ben silerdim. Arkamdan tekrar buğulanır, hüzünlenip damlacıklar akıtır, bazen, “Kalk, sabah oldu, bugün çok güzel bir gün,” der gibi güneşi gözüme yansıtırdı.
Bir öğlen vaktiydi, yatağıma uzanmış, Kısmet’le birlikte okuyorduk. O gün eski pencerem dışarı bakmamı ister gibi kurtların yediği tahtalarının arasındaki paslı menteşelerini usulca gıcırdatıp açıldı. Elimdeki kitabı yatağın üstüne bırakarak ayağa kalktım. Pencere mıknatıs gibi kendine çekiyordu beni. Sardunyaların arasından başımı usulca dışarı uzattım, dışarıdan bakınca parmaklıkların arasında dururken kabuğundan çıkan bir kaplumbağaya benzediğime emindim. Eski dostum pencere o gün öyle bir şey gösterdi ki bana, onu gördüğüm an kozasının içinde yaşayan tırtılın can atışı gibi bir kelebek olmaya niyetlendim, hem de zemheride…
Sokaktaki adama göz kırpıyordu pencerem. Hani filmlerde bir tek görülmesi istenen şey netleşir, diğer her yer buğulanır ya, işte ben de o an bir tek o adamı görüyordum. Ağaçların sallanışı, bulutların hareketi, çocukların gülüşmeleri, sokaktan geçen helvacının sesi, hepsi birer buğu, çok uzaklardan gelen cılız bir ses olmuştu. Farkında olduğum tek şey, yüzüne taktığı tebessümü daha önce hiç görmediğim kadar güzel bir adam ve kalbimin bir durup bir atan gümbürtüsüydü. O sokaktan ayrıldıktan ne kadar sonra toparlanıp kendimi yatağa atabildim, zaman geçti mi, yoksa hâlâ aynı yerde miydi, saat kaçtı bilmiyordum. Annemin yemek çağrısını kaç kez geri çevirdim, kaç vakit okundu ezan duymamıştım. Bu hülyalı saatler geçtikten sonra her gün onu tekrar görebilmek için pencere kenarında, uçmaya yabancı kanatlarımla saatlerce gelmesini bekledim.
Her cuma sokağımızdan geçer olmuştu. Ağır adımlarla yürürken takkesini başından çıkarıp cebine koymasından cuma namazından çıkmış olduğu belliydi. Sokakta oynayan çocukları sevip oğlanlarla kısa bir maç yapar, biraz sonra da diğer cebinden şekerler çıkarıp dağıtır, Aliye Teyze’nin kapısına oturup çocuklarla birlikte yerdi. Sakallarının arasından belli belirsiz gülüşünü görürdüm, çocuklara ne anlatıyorsa, o kadar eğlenirlerdi ki, orada olmayı isterdim. O çocuklardan biri olup anlattığı hikâyeyi dinleyebilmek…
Heybetiyle yürüdüğü yerleri sarsan, lakin sanki bir o kadar da ürkek bir adam… Uzun boylu, lakin sanki taşıdığı yüklerin altında giderek ezilen bir adam… Yeşil gözlü, lakin sanki karalara bakan bir adamdı o.
Tüm gün onu tasavvur