Betül Ak Örnek

Bir Yolculuktur Aşk


Скачать книгу

varlığıma dair hiçbir delil yokken, bu dünyaya gönderilmeye layık, seçilmiş insanların arasındaydım. Evet, gelmiş geçmiş sayısız insandan biriydim ama hepimiz gibi seçilerek dünyaya teşrif ettirilmiştim. Parmak izlerimize kadar farklıydık ve DNA’larımızda kitaplara sığmayacak bilgiler saklanıyordu. Vücudumuzdaki damarlar dünyayı saracak kadar uzundu. Biz insanlar yaratılmışların en akıllısı, aynı zamanda en güzeliydik. Elbet tüm yaratılanlar gibi dünya üstünde bize verilen mühleti yaşayıp gitme vakti geldiğinde de dönecektik. İşte ben de bu şanslı insanların arasındaydım. Kalabalıkta bomboş dursam da, kimse beni sevmese, beğenmese de, türlü eksiklerim olsa da ben dünyaya en büyük güç tarafından seçilerek gönderilmiştim.

      Dünyaya gönderilmeseydim kendimin farkında olamayacaktım. Dahası, bir zerre olarak bile kâinatta bulunamayacaktım. Asla bir bedenin içinde olmanın tadına varamayacaktım, nefes almanın kıymetini bilemeyecektim çünkü hiçbir şey olacaktım. Ama O beni bırakmadı, razı gelmedi isimsiz-cisimsiz olmama. Beni yarattı. Bana bir beden verdi ve kulları arasına girip O’nu tanımam için bir şans verdi.

      Kimse beni beğenmese de O beni beğendi, kimse bana değer vermese de O beni değerli kıldı, kimse beni sevmese de O benim başıboş ve kimsesiz kalmama razı olmadı ve sohbetine layık gördü.

      Yani dostlar;

      O bizi çok sevdi.

      O bizi bu kadar sevmişken kendimizi sevmemek vefasızlık olmaz mı?

      Ben kendimi seviyorum, Yaradan’dan ötürü.

      Ve bir yolculuğa çıkıyorum. Bu yolda en çok da kendimi olduğum gibi sevmek istiyorum.

      Kendini okyanusta bir damla sanma. Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun.

Rumi

      Yolculuk

      Bugün evden ayrılıp yola revan olmaya karar veriyorum. İçimdeki Mecnun gibi ser-i hoşluk hâlinde yürüme isteği, yaşadığım üzüntüyle engellenemeyecek boyuta ulaşmış vaziyette.

      Birkaç parça kıyafet, defterim ve hep yanımda olan rehber kitabımızı koyuyorum sırt çantama. Kısmet ve ben, iki derttaş bu yolculukta da birlikteyiz. Evimizin eski tahta kapısını usulca kapatıp kimseye “hoşça kal” demeden yola çıkıyoruz.

* * *

      Yürümeye başlıyoruz. Karşımda kâinat, bir derya misali uçsuz bucaksız; ben ise rotasını arayan bir seyyah. Hem de cahil bir seyyah. Biraz da ürkek… Öyle ki, durup arkamdan kendi gidişimi izliyorum. Hiç dönmeyecek gibi kararlı adımlarım, arkama bakmadan yürümeye devam etsem de dudağımın kenarında tuzlu bir tat bırakan gözyaşlarım, adımlarım kadar kararlı değil anlaşılan… Evimdeki küçük odamın penceresinde, bir yanımda sardunyalar diğer yanımda da Kısmet’le oturup saatlerce sohbet etmeyi özleyecek gibi bir tarafım. Biraz dertleştikten sonra sardunya efkârlanacak, canı bir bardak çay isteyecek sanki. Ben de mutfağa gidip demli bir çay koyacağım ikimize, demi kederimizden de ağır…

      Demem o ki… Yolculuk zormuş dostlar! Hele ki gidiş kendi içimize olunca…

      Ama yine de gitmeyi tercih ediyorum.

      Gitmek, ne kadar keskin bir yüklem… Sanki iki kişiyi ayırıyor gibi; kesiyor, kanatıyor gibi. Oysa benim gidişim içimdeki mutluluğu bulmak için, kendimi daha iyi anlayabilmek için. O zaman bu yolculuğa gidiş dememeye karar veriyorum. Bu gidiş değil, varıştır.

      Kendi kendime varmaya geldim. Mübarek olsun.

      Gül Bahçesi

      Varış noktasına bir an önce ulaşma telaşı, bir şeylere geç kalma endişesi olmadan aheste yürüyorum yeryüzünde. Arnavut kaldırımlı gri yolun tozu genzime kaçarken yol kenarından dışarı taşan bir gül bahçesine takılıyor gözüm. Tüm güller açmış, rengârenkler… Kırmızı, pembe, sarı, beyaz güller gerdanda parıldayan bir mücevher gibi ışıldamakta toprağın bağrında.

      “Bu bahçenin sahibi çok nasipli olmalı,” diye düşünüyorum. Gül bahçesinden geçen gül kokar da ya gül bahçesinde yaşayan? “Gül gibi gülen biridir belki, belki de gül gibi güzel bir kadındır,” düşünceleriyle bir merak salıyor içimi.

      Bu yolculuk maceralı olacak dememiş miydim? Dayanamayıp izinsiz giriyorum gül bahçesinin demir kapısından. Birkaç gül memnun olmuyor bu durumdan, batırıyor dikenlerini tenime ama gücenmiyorum. Bahçenin sahibiyle tanışmak için öyle heyecanlıyım ki, gülü sevenin dikenine katlanması misali vücuduma batan dikenlere aldırmadan devam ediyorum…

      Gül bahçesinde ilerledikçe güllerin güzelliğiyle gülüyor yüzüm. Etrafta mis kokulu yüzlerce gül varken insanı ister istemez bir mutluluk sarıyor, gönlümün tıkalı atardamarları güllerin yaydığı o mis kokuyla açılıyor, içime ferahlık doluyor. Doğru düzgün nefes almayı bile bilmezken, Yaradan beni şu gül bahçesine iterek, “Nefes al kulum,” diyor sanki.

      Bahçenin ortasında oldukça gösterişli, iki katlı bir köşk var, verandada siyahlar giyinmiş bir kadın; gözleri dolu dolu, oturmuş kara kara düşünüyor. Kısmet de ben de bakakalıyoruz birbirimize; bunca güzel rengin içinde karalar bağlayan birinin olmasına şaşıyor, usulca yaklaşıp selam veriyor, derdini soruyoruz.

      “Her şeyim var ama mutsuzum. Beni seven bir eşim, çok güzel bir evimiz, çocuklarım ve göz kamaştıran bir gül bahçem var. Ama dedim ya, ben çok mutsuzum. İçimde yanan huzursuzluk ateşi her geçen gün beni kavuruyor, eksik olanı arıyorum ama bulamıyorum. Çok yorgunum…”

      Oysa dışarıdan bakıldığında her şeyi eksiksiz görünüyordu; sağlığı yerinde, sevdikleri yanındaydı ama iç dünyası darmadağın, mutsuzdu çünkü arayışa adım atmış, lakin henüz “yol”u anlamlandıramamıştı. Bense henüz yolculuğun başındaydım ve kendime vereceğim cevapları bile bulmamışken ona söyleyecek bir tek söz bulamamıştım.

      Gül bahçesinden üzülerek ayrılmaktı nasipte olan.

      Arnavut kaldırımlı gri yolda yürümeye devam ederken bir bahçeye daha ilişiyor gözümüz. Bahçenin ortasında açan tek bir gül var, ileride de derme çatma bir ev ve gülün başında onu sevinçle sulayan güzel bir kadın. Bizi görünce hemen gülümseyerek el sallıyor ve, “Bakın gülüm ne de güzel açtı,” diyor. Biz de gülüyoruz, kadının sevinciyle ısınıyor içimiz ve tebessümle yola devam ediyoruz.

      Öyle etkileniyorum ki, gri yol önümde bitmeyecekmiş gibi uzarken geçtiğim iki bahçeyi ve iki kadını düşünüyorum.

      Soluklanmak için durduğumuz bir ağacın altında, defterime döküyorum içimi.

      Gerçekten neydi mutluluk? Son model bir araba mı, bugün de karnını doyurabilmek mi? Deniz manzaralı bir villa mı, tek odanın içinde toplanılıp sıcacık sohbetlerin edildiği bir ev mi? Sevgilinin seni her gün hediyelere, romantik sözlere boğması mı, başını omzuna dayadığındaki huzur mu? Mükemmel bir bedene sahip olmak mı, farklılıklarını sevmek mi?

      Sahi neydi mutluluk? Kariyer yapacağım diye paralanmak mı, insanlığa faydalı olmak mı? Son model teknolojik cihazları kullanmak mı, yolda karşılaştığın biriyle içtenlikle sohbet etmek mi? Çılgınlar gibi alışveriş yapmak mı, çok sevdiğin ayakkabıyı sonunda alabilmek mi? Kalabalık olmak mı, yoksa iç dünyanda huzuru bulmak mı?

      Çok fazla şeye sahip olmak mutluluk getirseydi, sanırım psikologların kapısını en çok zenginler aşındırmazdı. Çok sevilmek mutluluk getirseydi, “Ben sana layık değilim,” demezdi kimse. Çok güzel olmak mutluluk getirseydi, güzel kadınlar hiç mutsuz olmazdı.

      Mutlu olmak, çok olmak değil. Öyle olsaydı gül bahçesindeki kadın gülüyor olurdu.

      Mutluluk,