Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET


Скачать книгу

Kıymetlimizdir, kardeş yadigârıdır. Bulacan mı?”

      “Elimden geleni yaparım. Ama bu yetmez. Ayrıntı lazım. Fotoğraf falan…”

      “Atla gel gardaş,” diye yineledi. “Konuşuruz. Misafirimiz ol.”

      Önce kiralayacağım malı göreyim diye düşündüğü geldi aklıma. Haksız sayılmazdı. Hele isteyeceğim parayı duyunca.

      Yusuf Sarı bunca mesafeden sanki adamın içini okuyordu zaman zaman. Neyi ne zaman diyeceğini bilen adamları severdim.

      “Tanışırız,” dedi. “Sonra senin paranı da konuşmak lazım.”

      “Konuşuruz,” dedim. Tarsus’u bunca yıl sonra özleyeceğim aklıma gelmezdi. Yaman sıcak olmalıydı.

      “Polise gittin mi?” diye sordum.

      “Polis yok gardaş. Burası Tarsus, polis yok. Polis yok, medya yok, gazeteci yok.”

      “Anladım,” dedim. “Yarın ordayım. Sabah uçağından iner inmez yanındayım.”

      Meraklansın diye bilerek duraladım.

      “Yalnız…” dedim.

      “Yalnız ne?” dedi.

      “Kusura bakma ama Yusuf Sarı bilader,” dedim. “Burdan ta oralara boşa kürek çekmek istemem. Bakarsın anlaşamayız. En azından uçak parasını havale etmelisin hesabıma.”

      “Bu saatte?” dedi.

      “Sekreterin telekartla falan yatırsın,” dedim. “Sabah bakarım, hesabımdaysa atlar gelirim.”

      “Ne kadar?”

      İstanbul-Adana uçak parasına kafadan bir yüzde yirmi beş ekledim.

      “Anlaştık,” dedi.

      Küçük şeyler için kullandığım banka hesabımı verdim. Adresini aldım. Kapamadan önce, “Sekreterinin telefonu dinlemek âdeti var mı?” diye sordum. Hiç, öylesine, laf olsun diye… Ama saatin dokuz olduğuna bakılırsa, geç saatlere kadar çalışmaya itirazı yoktu kızın.

      Telefonu kapadıktan sonra önce bilgisayarıma bir göz attım. Cessna’m yeniden Chicago’nun yanı başındaki küçücük Meigs Havaalanı’nda, Michigan Gölü’nün kenarında havalanmaya hazır, beni bekliyordu. Yüz vermedim. Salonda aşağı yukarı bir iki yürüdüm. Pencereden baktım. Akmerkez’in tepesindeki kırmızı ışık yanıp sönüyordu. Boğaziçi şuracıktaydı. Tarsuslu İbrahim Sarı’yı milk shake’ini içerken düşünmeye çalıştım. Belirgin bir görüntü gelmedi gözlerimin önüne.

      Telefonla THY rezervasyonunu aradım. Yarın sabah erkenden Adana’ya iki uçak vardı. 07.00 ve 07.50, ama ikisinde de yer yoktu. Sabahın köründe kalkmayacağım için sevindim. Öğle uçağı yarımdaydı, ama onda da yer olmadığını öğrenince iş ciddileşti. 07.50 uçağına yedek yazıldım.

      Salonda bir iki daha yürüdüm. Pencereden bir daha baktım. Sonra yeniden telefona gelip 118’i aradım. Bekledim. Bilgisayara bağlandım, bekledim, operatörlerimiz doluydu, lütfen bekledim. İbrahim Sarı’yı sordum sonunda. Semti? Ne bileyim ben? Levent, Etiler civarı diye salladım. Yoktu kaydı.

      Yalnızca adını bildiğim Tarsuslu İbrahim Sarı’yı bulmak için, akşamın bu saatinde aklına yapılacak şeyler gelse de yapma Remzi Ünal dedim kendi kendime. Sabah ola hayrola…

      Çıktım sinemaya gittim.

      2. Bölüm

      Sabah erkenden uyandım. Kahvemi içtikten sonra kadın sesiyle konuşan bilgisayarın talimatlarına uya uya telefonun tuşlarına bastım ve Yusuf Sarı’ya verdiğim banka hesabımın bakiyesini kontrol ettim. Hatırı sayılır bir artış vardı.

      Sabahın köründe iyice uyanmadan otomobilimi kullanmak içimden gelmedi ve yoldan çevirdiğim bir taksiyle havaalanının yolunu tuttum. Hava, Adana’ya gidecek birini ürkütecek kadar sıcaktı. İçerideki koca panoda Adana 07.50 uçağında gecikme görünmüyordu, ama yedek kuyruğunda umut yoktu. Ortalıkta dolaşan eli telsizli kızlardan birini gözüme kestirip, Adana’ya uçacak pilotları sordum, ikisi de tanıdıktı.

      Bir iki telsiz ve dahili telefon konuşmasından sonra elimde hâlâ biletim yoktu ama ben uçağın içindeydim. Kemerimi bağlar bağlamaz, içkiyi işten atılmayacak limitte içen eski meslektaşlarımın benimle utanç verici bir konuşmaya mecbur kalmaması için gözlerimi kapayıp uyuma taklidi yaptım. Sonra gerçekten uyudum.

      Adana’da uçağın arka kapısından indim. Hava insanı isyan ettirecek kadar sıcaktı. Mersin’e giden üç adamla paylaştığım takside yol boyu sustuk. Tarsus girişinde indim. Bindiğim öteki taksi beni doğrudan Yusuf Sarı’nın Tarsus’un bir ucundan ötekine ulaşan anacaddesinin ortalarındaki işyerinin kapısında indirdi.

      Zamanında çok kebap yediğim iki katlı köhnemiş taş binanın yanındaki tek katlı kitapçının yerine mimari açıdan utanç verici bir iş hanı yapılmıştı. Girişinde tabelalar arasında aradığımı buldum: Sarıoğulları Ticaret Kat 2.

      Ana kapıdan geçince girdiğiniz merdiven boşluğu, demir bir sandalyede oturan şalvarlı, sarkık bıyıklı bir adam aracılığıyla bir tür resepsiyon işlevi görüyordu. Adam yabancı olduğumu doğallıkla sezdi.

      “Kime bakmıştın beyim?” dedi, yukarı çıkmana izin verip vermemek bana bağlı diyen bir vurguyla.

      “Yusuf Sarı,” dedim. “Beni bekliyor.”

      Yukarıdan aşağıya süzdü beni. Ne gibi özellikler arıyordu bilmiyorum ama yukarı çıkmasına izin verilebilecek biri olduğuma karar verdi. İki kat merdiveni hızla çıktım.

      Kapıdaki tabelanın altındaki zili çaldım. Kuşlar öttü kapının öteki tarafında. Bir iki topuklu kadın ayakkabısı sesinden sonra kapı açıldı. “Yusuf Sarı’ya bağlıyorum fem…” karşımdaydı. Askılı, beyaz bir bluz, kalınca bacaklarının mini eteği ve ağır boyalı yüzüyle bana baktı. İçeri almaya niyeti yokmuş gibiydi.

      “Yusuf Sarı’yı görecektim…” dedim.

      “Kim diyeyim?” dedi. Kapı aralığında konuşuyorduk.

      “Remzi Ünal,” dedim. “Dün telefon etti bana.”

      “Ay… İstanbul’dan geldiniz. Dün çıkardığım para yerine vardı demek,” diye beni içeri aldı. “Kusura bakmayın, tanıyamadım sesinizi.”

      Girdiğimiz bekleme odası, ikinci sınıf dişçi muayenehanesi bekleme odalarından farklı değildi. Duvardaki dört ayrı kumaş markasının dört ayrı takvimi, dört ayrı ayı gösteriyordu. Metal masanın yanındaki metal dolabın kapağına, adını bilmediğim bir şarkıcının afişi yapıştırılmıştı. Masanın yanında açıkta duran sandalyede blucinli ama ceketli biri çay içiyordu. Selam filan vermeden bana baktı.

      Girdiğim kapının karşısındaki kapı açıldı. İçeri giren adam hızla bana ilerledi, şaşırtıcı bir çabuklukla elimi sıkıp yanaklarımdan öptü.

      “Hoş geldin Remzi gardaş, hoş geldin…”

      Çayını içen adam ayağa kalktı, önünü ilikler gibi bir hareket yaptı. Mini etekli kız masanın arkasına geçti.

      “Hoş bulduk,” dedim. Sarıoğulları’ndan Yusuf Sarı’nın atalarında sarışın biri varsa da, o genler kuşaklar boyu silinip gitmiş; esmer, tıknaz, büyükçe yüzlü, kilolu ve yüzüne yakışmayan bir gülümsemeye sahip Yusuf Sarı’ya dönüşmüştü. Bıyığı olmayışına hayret ettim.

      “Gel gardaş,” dedi, kolumdan tutup girdiği kapıya sürükledi beni.

      Yusuf