Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET


Скачать книгу

çakarım oğlana diye korktum. Çakarım da iş tümüyle zıvanadan çıkar diye… Bulan ben olmayayım istedim…”

      “Anladım,” dedim. Anlamamıştım ama anladım dedim. Bazen her şeyi tam olarak anlayana kadar anlamış görünmek iyidir.

      Yusuf Sarı konuyu değiştirmenin zamanının geldiğine karar verdi.

      “Şimdi, Remzi gardaş, sen bu işi Hilaliahmer aşkına yapmadığına göre borcumuz ne olacak sana?”

      Asgari ücretli biri için küçük bir servet sayılacak bir miktar söyledim. Önüne baktı, sesini çıkarmadı, yalnızca çatalıyla kalan ezmenin üzerine tarla sürer gibi izler çıkarıyordu. Acayip miktarlarda masraf olursa, sağa sola bir şeyler vermem gerekirse onu da ayrıca isteyeceğimi ekledim. Yine sesini çıkarmadı. Esaslı bir avans vermesi gerektiğini belirterek bitirdim.

      “Tamam gardaş,” dedi. “Hadi şu kebabını bitir de dükkâna dönelim.”

      Oynaştığı ezme tarlasından bir daha almadan kebabımı bitirdim.

      Sarıoğulları Ticaret Kat 2’ye geldiğimizde “Yusuf Sarı’ya bağlıyorum fem”i küçük fındık lahmacunlardan oluşan öğle yemeğini yerken bulduk. Arkamızdan yürüyen Hasan, içeri girer girmez masanın yanındaki sandalyede yerini aldı. Yusuf Sarı kıza iki kahve söyledi, içeri geçtik.

      Masanın çekmecesinden çıkardığı bir çeki doldurup imzaladı, bana uzattı. Söylediğim miktarın tamamını birden yazmıştı. Tarih yarının tarihiydi. Sesimi çıkarmadım artık.

      “Bak Remzi gardaş,” dedi. Suratı ciddiydi. “Başım ağrırsa doktora giderim, dişim ağrırsa dişçiye. Ameliyat gerekiyorsa yatarım bıçağın altına, parasını helal ederim. Bu işin doktoru sensin. Paranı verdim, bul onu. Başına boktan bir şey gelmeden onu bul.”

      Çeki cüzdanımın içine koydum. Ödediğine karşı ona bir şey vermem gerekiyordu.

      “Bulduğumda ne söyleyeyim istersin ona?” dedim.

      Önce sesini çıkarmadı. Yorumlamakta güçlük çektiğim bir gülümseme vardı yüzünde. Sonra parmağını masasının kenarına boydan boya sürterek ağır ağır konuştu. Hafif bir rakı duyarlılığı vardı sesinde.

      “Eve dönerse, babasıyla ilgili o çok merak ettiği şeyi anlatacağım kendisine, öyle söyle,” dedi.

      “Bunu ben de merak ettim,” dedim.

      “Çok merak etme Remzi gardaş, çok merak etme,” diye karşılık verdi.

      Kız kahvelerle içeri girince uygun bir cevap verme zahmetinden kurtuldum. Yusuf Sarı yazı takımının yanındaki bir kutudan iki kartvizit çıkarıp bana verdi.

      “Bu İstanbul’daki ortağım Orhan Yılmaz’ın adresi falan. Esas işi başkadır. Ben onu arar söylerim, bir şey gerektiğinde ondan alırsın. Yardım gerekirse onu ara. Benim için her şeyi yapar. Ama aramızda kalması gerekenleri de öğrenmezse iyi olur… Bu da benim kartvizitim.”

      Orhan Yılmaz’ın kartında kabartmalı harflerle “Yılmaz Productions” yazıyordu. Altında açıklaması: “Ses Stüdyosu. Kaset Yapımı.” Adres Sıraselviler’deydi. Her iki kartviziti de ayrıntılarıyla ezberledim.

      Sonra aniden masanın altından bir paket çıkardı. Yan yana iki karton sigara büyüklüğünde bir paket. Sarı, kalın ambalaj kâğıdı, sicimle bağlanmıştı. Salam gibi.

      “Bunu…” dedi. “Bir zahmet İstanbul’da Orhan’a ver. İbo’yla gönderecektim, sana kısmet…”

      “Tamam,” dedim. Anlaşılan gitme zamanı gelmişti. “Telefonum sende var.”

      “Cep telefonun yok mu?” dedi.

      “Bizim işte insanın iki elinin de serbest olmasında yarar var,” dedim. İyi bir açıklama değildi bu kuşkusuz. Herkesin, her istediğinde bana ulaşması hoşuma gitmiyordu. O yüzden reklamcı arkadaşımın yaptırdığı kartvizitte araç telefonunun numarası da yoktu. Numarayı kartın arkasına ekleyip verdim.

      “İbo aklı başına gelip ortaya çıkarsa haber ver,” dedim. “Boşuna debelenmeyeyim. Ben seni sık sık ararım.”

      “Haber bekleyeceğim,” dedi. “Hadi, hayra karşı… Bul onu…”

      Gelişimdekinden daha sıkı bir öpüşle ayrıldık. Taksiye binmeden önce yürüyerek sokaklarda dolaştım biraz. Maçlardan sonra koşarak şalgam suyu içtiğimiz aynı köşe başı tezgâhtan bir şalgam suyu daha içtim. Sonra ömrümün dört yılını geçirdiğim okulun önüne geldim. Kocaman demir parmaklıkları geçip içeri girmeyi içim istemedi. Yalnızca havayı kokladım. Turunç kokusu yerine kapının yanındaki kocaman çöp konteynerinden bayat çöp kokusu geldi burnuma. Not aldığım kâğıdı ve kartvizitleri yırtıp konteynerin içine attım.

      Mersin Caddesi’ne geri dönüp ara sokaktaki bir baklavacıdan kocaman bir kutu baklava aldım. Yusuf Sarı’nın paketini de poşete koyup taksiye atladım Adana… Bu kez akşamın ilk uçağında yer vardı. Uçağa burnumda çöp kokusuyla bindim.

      Sanırım Yusuf Sarı’nın İbrahim’e babasıyla ilgili anlatacağı o merak ettiği şeyi ben de biliyordum.

      3. Bölüm

      Havaalanından eve kadar taksinin içinde uyumamak için kendimi zor tuttum. Buzdolabındaki sucuğu yarım ekmek eşliğinde çiğ çiğ yedikten sonra telefonun zilinin sesini kıstım, arayacakları telesekretere emanet edip yatağa girdim.

      Uyumadan önce son düşüncem, belki İbrahim Sarı’nın babasının yayla evinde tavandan sallanışını rüyamda görürüm olmuştu, ama ne onu gördüm ne içindeki 178 yolcusuyla “hafifçe sert” inerek kırdığım DC 100’ü. Uyandığımda saat onu biraz geçiyordu.

      Kahvemi içerken İbo’nun evinin numarasını çevirdim telefonda. Yanıt beklemesem de uzun uzun çaldırdım. Kimse açmadı. Ardından Orhan Yılmaz’ın numarasını çevirdim, yine açan olmadı. İyi niyetli olmayan biri Yılmaz Productions’ın çalışma saatleri konusundaki politikasını eleştirebilirdi.

      Bir kahve daha içtim. Bakkalın çırağı gazetemi yine getirmemişti. Bakkalı telefonla azarlamayı sonraya bırakıp üzerimdeki blucin ve gömleğin izin verdiği kadarıyla on iki dakika aikido ısınma hareketleri yaptım. İki yıldır Bizimtepe’de keyifli bir dojo’da haftanın üç günü aikido çalışıyordum. Hava Harp Okulu’nda öğrenir gibi yaptığım karatenin sokak çocuklarının eline geçmesinden sonra, benim yaşlarımda, sporu halı sahalarda aramayan biri için mükemmeldi. Biraz felsefe, biraz ter atma, biraz sosyalleşme ve silah kullanmasına yasa gereği izin verilmeyen, verilmese de kullanmayacak bir özel dedektif için gerekli bir iki hareket. Yusuf Sarı’yı bile etkileyen Hürriyet’teki küçük, çerçeveli ilanı da birlikte aikido çalışırken tanıştığım reklamcı arkadaşım hazırlamıştı.

      Isınma bitince gazetelerin hayat tarzı yazarlarının deyimiyle “güne hazırdım”. Bakalım İbrahim Sarı, tarafımdan bulunmaya hazır mıydı?

      Üstümde, duşa girerek atmaya kıyamadığım incecik, insanı rahatsız etmeyen bir ter tabakasıyla kendimi dışarı attım. Hava, Adana’daki kadar değil ama kalbinden kuşkulanan bir emekli öğretmeni evden çıkartmayacak kadar sıcaktı. Otomobilimin kapısını açtığımda biriken ısı çıksın diye bekledim.

      Boğaziçi Üniversitesi evime yakındı. Karargâh nizamiyesi gibi kapıya dayandığımda daha tam olarak uyanmamış, öğle yemeğine kadar uyanacağı da şüpheli görevli, geçerlilik süresi yıllarca önce bitmiş THY mensubu kartıma yarım yamalak baktıktan sonra, eliyle resmi bir selam vererek, engeli kaldıran