Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET


Скачать книгу

Yaş ortalaması yirmiyi aşmayan, yaşlarına uygun giysili bir kalabalığın kola, çay, kahve ve sigara takviyeli bol gürültüsü içinde hemen dikkati çekti gelişim. Blucinim, kısa kollu gömleğim, tekne ayakkabılarım onlardan biri sayılmama yetmedi doğallıkla. Bir iki oğlan kız birbiriyle bakıştı. Sesler kısılır gibi oldu. Sonunda en kalabalık grubun içinden, inisiyatif sahibi olduğu anlaşılan bıyıklı bir oğlan nezaketle karışık, yanlış yerdesin koçum tavırlarıyla yanıma geldi.

      “Birini mi aradınız?”

      “Evet,” dedim gururlu bir öğrenci velisi tavrıyla. “İbrahim Sarı.”

      “Hangi bölümde?”

      “Sosyoloji. Üçüncü sınıf.”

      Düşünür gibi alnını kırıştırdı. Kantinde oturan kalabalığın içinde Sosyoloji’den birini arar gibi bakışlarını gezdirdi.

      “Babası mısınız?” Polis misiniz dese de aynı ses tonunu kullanırdı eminim.

      “Hayır,” dedim. “Adana’dan akrabasıyım. Amcası bir uğra dediydi…”

      “Hangi yurtta kalıyor?”

      “Yatılı değil,” dedim. “Hisar’da evi var. Sabah aradım, bulamadım.”

      Dudaklarını, ben tanımıyorum, kantinde Sosyoloji’den kimse yok, durum umutsuz, beni de o kadar ilgilendirmiyor tavırlarıyla büzüştürdü. Kantine girmeden önce geçtiğim koridorun duvarlarındaki kulüp duyuru panolarının arasındaki Fotoğraf Kulübü panosunu hatırlayıp salladım:

      “Fotoğraf Kulübü’ndeymiş diye duymuştum. Belki ordan tanıyan arkadaşları vardır.”

      Hah, şimdi işimiz kolay tavırlarıyla yeniden ilgisini bende topladı. Kantinin köşesinde oturup bilemediğim bir mevzuu hararetle tartışan grubun içinde birine seslendi:

      “İsmail, baksana!”

      Adı İsmail olan uzun saçlı çocuk, dönüp bana baktı. Önündeki tabloid dergiyi masanın üstündeki kitapların arasına sokuşturup yerinden kalktı ve bize doğru yürüdü.

      “Evet?”

      Bıyıklı oğlan, “Bu bey…” dedi, polis olmadığıma karar vermişti anlaşılan. “İbrahim Sarı diye birini arıyor. Sizin kulüpteymiş.”

      “Evet,” dedi uzun saçlı İsmail. “Epeydir ortada yok. Babası mısınız?”

      “Hayır,” dedim. “Adana’dan geldim. Amcası biraz para göndermişti.”

      “Açıkçası ben de merak ediyorum. Final dönemindeyiz, ortaya çıkmazsa atarlar valla.”

      “Yapma yav!” dedim. “Nerde olabilir bu çocuk?” Biraz telaşlanmam gerekiyordu doğallıkla.

      Beni ilk karşılayan bıyıklı oğlan, sınıfından birini bulursam daha iyi olacağını tavsiye edip masasına döndü. Bana olan ilgisi bütünüyle kaybolmuştu.

      “Aslında ben de arıyorum İbo’yu,” dedi İsmail. “Karanlık odanın anahtarı ondaydı. Şu ara sınavlara ineklemekten başka bir şey yaptığımız yok, ama giremiyoruz içeri epeydir.”

      Sonra aklına şahane bir çözüm gelmiş gibi ekledi:

      “Bir kantin daha var ilerde. Ordan sorsanız. Sanırım daha çok oraya takılıyor.”

      Öteki kantinin tarifini alıp teşekkür ettim. Koridordan geçip merdivenlerden yukarı çıktım. Çimli alanda güneşlenme faaliyeti devam ediyordu. Boğaz manzarasına doğru, geçen yüzyıldan kalma iki binanın arasından geçip tarif edilen öteki kantine doğru yürüdüm.

      Bu kantine ulaşmak içinse merdivenlerden inmek yerine, çıkıyordunuz. Girdiğimde, ilk kantine göre biraz daha “liberal” havalı buldum. Kızlar daha özgür kılıklı, oğlanlar daha umursamazdı. Beni inceleyip kim olduğuma karar vermeye çalışan kimse olmadı.

      “Sosyoloji’den kimse var mı?” diye sordum elinde boş fincanlarla oradan oraya seğirten garson çocuğa.

      Garsonun benim polis olup olmadığıma karar vermek gibi bir derdi yoktu. Etrafına baktı. Uzayıp giden salonun en dibinde oturan iki kızı burnuyla işaret etti.

      O tarafa doğru yürüdüm. Üç adım kadar kaldığında, hedefinin kendileri olduğunu anlayan kızlardan biri, uzattığı bacağını önündeki sandalyeden çekti, mini eteğini babasına yakalanmış gibi çekiştirip, beyaz bacaklarını olabildiğince örttü. Üstünde incecik askıları olan bir bluz vardı. Tepeden biraz gayret etsem bacaklarıyla aynı beyazlıkta göğüslerini görebilirdim. Ama edebimi bildim.

      “Affedersiniz,” dedim. “Sosyoloji’deymişsiniz galiba? Sizin bölümden İbrahim Sarı’yı arıyorum. Üçüncü sınıfta.”

      “İdareden geliyorum. Sosyoloji’ye giriş dersi sınavında kopya çektiğiniz anlaşıldı!” demişim gibi kızardı yüzü.

      “Babası mısınız?”

      Boğaziçili çocuklarda derin bir baba kompleksi bulunduğu teşhisine varacak kadar çok karşılaşmıştım bu soruyla. Artık ezberlediğim cevabımı verdim.

      “Valla ben de arıyorum,” dedi biraz normale dönen yüz rengiyle. “Bu sabah ilk finalimiz vardı, görünmedi. Evine baktınız mı?”

      “Telefon ettim,” dedim. “Başka kime sorabilirim?”

      “İsmet bilir belki,” dedi öteki kız.

      “İsmet kim?” dedim adını hiç duymamış gibi.

      “Ev arkadaşı,” dedi beyaz bacaklı. “Sabah sınavda beraberdik. Biz önce çıktık. Birazdan gelir.”

      “Teşekkür ederim,” dedim. “İsmet’i bekleyeyim. Ama siz İbrahim’i görürseniz söyleyin, Adana’yı, amcasını arasın, merak ediyor adamcağız. Hem bende parası var. Buluşalım vereyim.”

      “Söylerim,” dedi beyaz bacaklı kız. Tırnaklarını yemeye başlamıştı şimdi. İki masa ötede oturan kara, kısa saçlı, incecik dudaklı kız tuhaf bir duruma şahit olmuş da, kimseyi utandırmak istemezmiş gibi gözkapaklarının altından izliyordu bizi. Üstelik ben onu bir yerden tanıyordum.

      Tezgâha gidip bir kahve aldım. Plastik bardakta, berbat bir kahve. Kızlarla işim bitmiş gibi epey uzaklarında bir masaya oturdum. Masada ters edilmiş dünkü Kale Arkası’nı okumaya başladım.

      Kantine girenler çıkanlar oldu, gürültü azaldı çoğaldı. Kahvem, bu hızla içersem hiç bitmeyecekti. Şortlu, beyaz tişörtlü, sakallı bir oğlan, kapıdan Travolta’nın gençlik günlerindeki havasıyla girdi, demin konuştuğum kızların masasına doğru yürüdü. Masaya yaklaştığında sıçrayıp ayaklarını havada birbirine çarptırdı. Yere indiğinde beyaz bacaklı kızla “çak bir beşlik” hareketi yaptılar. Beyaz bacaklı kız başıyla beni gösterip bir şeyler söyledi. Oğlan bana baktı. Kalktı, bana doğru yürüdü.

      “Beni sormuşsunuz?” dedi soğuk soğuk.

      “Aslında İbrahim’i arıyorum,” dedim.

      “Hıyar finale de gelmedi. Bilmiyorum nerde.”

      İbrahim’le uzaktan yakından bir ilişkisi yokmuş gibi konuşuyordu.

      “Birlikte kalmıyor musunuz?”

      “Arkadaşların birinin evinde inekliyoruz,” dedi. “İbo’yu çoktandır gördüğüm yok.”

      “Otursana,” dedim. “Biraz konuşalım.”

      “Ne konuşacakmışız?” dedi. Ama oturdu.

      “Dinle,” dedim. “İbo ortada