Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET


Скачать книгу

açtı ama şimdi sırası değildi.

      “Bulacan mı İbo’yu?” diye doğrudan girdi lafa. Cevabımı beklerken telefonla içerideki kıza benim için soğuk bir su söyledi.

      “Sence nerde olabilir?” dedim.

      “Bilmem Allah’ına gurban,” dedi. “Bildiğim öyle gideceği çok yer de yok.”

      “Dersleri iyi mi?”

      “Valla… iyi takip ederim derslerini desem yalan olur. Ama bildiğim bir sıkıntısı yoktu derslerden.”

      “Kız dalgası olmadığına emin misin?”

      “Bak ondan eminim.”

      “Kız dalgasını pek söylemezler,” dedim.

      “Orasını bilmem,” dedi. “Kız dalgasıysa, sen bul önce İbo’yu, sonra alıveririz kızı.”

      Verdiği sigaradan yaktım. Ayağa kalktım, pencereden dışarı baktım. Masasının üzerindeki fiyakalı yazı takımından bir sayfa kâğıt kopardım. Takımın dolmakalemini es geçip yanında duran tükenmezi aldım.

      “Şu evin adresini ver bakalım.”

      Evin adresini yazdım. Rumelihisarı’ndaydı. Yazarken ezberledim.

      “Telefonu var mı?”

      Telefonu yazdım. Onu da ezberledim.

      “Cep telefonu?”

      “Yok. Yılbaşında alayım dediydim, istemedi. Ben de sevmem meretleri.”

      “Bölümü, sınıfı?”

      Cebinden çıkardığı katlanmış bir bilgisayar çıktısını bana uzattı. Ortalama notlarla dolu karne gibi bir şeydi. Yazdım.

      Sıra fotoğrafa gelmişti. Fotoğraflar içcebinden çıktı. Dört taneydi. Büyütülmüş bir vesikalık… Yusuf amcasıyla gösterişli bir Mercedes’in yanında gururla dikilirken… Örtüsü kaymış bir yatakta yanında iki arkadaşıyla… Arkadaşlar erkek. Sonuncu fotoğraf diğerlerine benzemiyordu. Şipşak hatıra fotoğraflarından farklı, ışığı, kompozisyonu düşünülmüş bir portreydi bu. Pencereden gelen güneşin yarı aydınlattığı suratında bir Yılmaz Güney ifadesiyle fotoğrafın dışına bakıyordu.

      “Oğlan fotoğrafçıdır,” dedi Yusuf Sarı. “Boğaziçi’ne girdiğinde kıyak bir makine istedi benden, aldım. Okulda uğraşıyordu bildiğim kadarıyla. O yüzden kendi fotoğrafı yoktur pek. Hep başkaları…”

      Fotoğraftaki, İbrahim Sarı amcasının incesiydi. Daha rafine, daha şehirli. Trende yanınızda otursa ikram ettiği köfteyi yiyeceğiniz biri.

      “İstanbul’da gideceği birileri var mı?” diye sordum.

      Sekreter kız kapıyı vurmadan elinde bardakla içeri girdi. Bardağı alırken aralanan kapıdan gördüğüm içerideki ceketlinin tam olarak nereye dikkatle baktığına karar veremedim. Kızın bacaklarına mı, bana mı?

      “Bildiklerime sordum. Ortağım Orhan Yılmaz var İstanbul’da. İbo harçlığını filan ondan alır gerektiğinde. Onda haber yok. Eve telefon ettim. Birlikte kaldığı İsmet var. İsmet Sağlam. O da aynı bölümde okuyor sanırsam. Onun da haberi yokmuş epeydir. Öyle söyledi. Başkasını bilmem.”

      Elindeki sigaranın ateşinden bir yenisini yaktı.

      “Remzi gardaş,” dedi endişe katsayısı artırılmış bir ifadeyle. “Oğlanın başına şurda burda bir iş gelse, ölse kalsa haber gelirdi değil mi?”

      “Allah korusun,” dedim. “Bir hafta uzun süre. Üstünde kimliği varsa bulurlardı seni, yoktur bir şey.”

      “Bana da öyle geliyor. Ama insanın aklına takılıyor işte. Oğlan kıymetli. İnan yiyip içtiğim nereye gidiyor haberim yok günlerdir.”

      Dünden beri aklımda dolanan soruyu sormanın zamanı gelmişti sanki. Birisinin aktardığı duyguyla davranışları tutarlı olmadı mı soru sormalıydınız.

      “Bak bilader,” dedim yüzümü onunkine yaklaştırarak. “Oğlan kıymetli, anladık. Aklına kalkıp İstanbul’da aramak gelmedi mi? Ben olsam öyle yapardım. Memleketteki babaların, amcaların çoğu da öyle yapardı. Sen yemeden içmeden kesiliyorsun burda, sonra uzaktan kumanda bana telefon ediyorsun oğlanı bulmak için. İşin doğrusunu merak ettim.”

      Ayağa kalkıp sigarasını masasındaki kristal kül tablasında söndürdü. Bana döndü.

      “Haklısın gardaş,” dedi. “Kalk yemeğe gidelim. Orda anlatırım.”

      Tren istasyonunun yanındaki kebapçıda forsu yüksekti Yusuf Sarı’nın. Fotoğraftaki Mercedes’e sessizce binmiş, yolu hiç konuşmadan almıştık. Otomobili ben geldiğimde sandalyede çay içen ceketli sürüyordu. Adı Hasan’dı. Hasan da yol boyu hiç konuşmadı. Ben etrafıma baktım. Tarsus ben görmeyeli çok değişmişti. Yolların kenarında hatırladığım palmiyelerin, ıhlamur ağaçlarının çoğunu kesmişlerdi.

      Bahçede, sarmaşıklar altında bir masaya oturduk. Nerden geldiğini anlamadığım küçük bir esinti sıcağın etkisini azaltıyordu sanki. Hasan girişe yakın bir masaya oturmuştu. Yusuf Sarı düşünceli gibi görünüyordu. Onun önünde rakı, benim önümde şalgam suyu vardı.

      “Bunun babası…” diye lafa başladı birden. “Hafif kafadan çatlaktı. Ne bok yiyeceği belli olmayan adamlardandı. En kötüsü, aklına estikçe çekip giderdi. İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Bursa. Kiminde tanıdıklar haber verirdi, gidip alırdım, kiminde polis. Parası biter, sağda solda sürünür, gelmezdi. Çok topladım rehin kaldığı, dayak yediği otellerden…”

      Bir başladı mı kendiliğinden devam eden insanların sözünü kesmeyecek kadar çok adam dinlemiştim. Göz göze bile gelmeye çalışmadım. Bir yudum daha rakı aldı.

      “Bir seferinde Kayseri’de buldum bunu. Altına çektiğim arabayı satmış, parayı kerhanede, meyhanede yemiş. Kalenin içindeki kenefin yanında, karpuz kabuklarının arasında yatarken bulum. Dayanamadım, eşek sudan gelinceye kadar dövdüm. Esnaf zor aldı elimden. Döndüğümüzde manyaklığına bir de konuşmamak eklendi. Bir süre arıza çıkarmadı başka. Dayak işe yaradı dedim. Bir gün…”

      Adanalarımız ve koca bir tabak ezme geldi. Yusuf Sarı fırsattan yararlandı. Gözlerimin içine baktı konuşmaya başladığından beri ilk kez.

      “Allah’ına kitabına yemin et aramızda kalacak anlattıklarım.”

      Suratıma ciddi bir ifade verip başımı salladım. Yetindi.

      “İbo dört yaşında falandı. Bu karısına… arkadan sulanmış bir gece. Belki de başka şeyler yapmış. Yayladaydık. Alt katta bir gümbürtü koptu. Koştum. Manzarayı anlatmaya hicap ederim. İkisi de çıplak. Allah’tan duyan yok. Koştum tabancamı aldım. Ağzına dayadım. ‘Vururum lan Allah’ıma!’ dedim. ‘Siktir git evimden barkımdan, katil edeceksin beni.’ Tırstı bu. Sesi soluğu kesildi. Sızdı köşeye. Gittim yattım. Ama zangır zangır titriyorum.”

      Tarsus’un öğle sıcağında, alnında beliren terlerle, geçmişin intikamını rakı, kebap ve ezmeden ala ala anlatıyordu. Bir daha bakmamıştı gözlerimin içine. Bakmasa da olurdu.

      “Sabah karısının feryatlarıyla uyandım. Bu kendisini tavanın tahtasına asmış, sallanıyor salıncakta gibi. Gitti gider. Muhtar, jandarma… Bereket manyaklığını herkes bilir. Tutanak mutanak, iş büyümeden kapandı. O günden beri yayla evine hiç gitmedim. Karısı da şehre hiç inmedi.”

      Başladığından beri ilk kez lafa karıştım.

      “Sen baktın İbo’ya?”

      “İlkokula