E. J. Bourhill

Afrika masalları


Скачать книгу

oturup anne babalarının gelmesini beklediler.

      Onlar beklerken birden mağaranın kapısına bir karatavuk geldi. Uzun, sivrice bir gagası ve çok uzun pençeleri vardı. Başını içeri sokup önce bir yana, sonra diğer yana “Firr-r-r! Fir-r-r-r!” diye bağırdı yüksek bir sesle. Bunun üzerine bütün yavru kuşlar, bu davetsiz misafirin kim olduğunu görmek için başlarını küçük kulübelerinden çıkardı.

      Karatavuk dedi ki: “Yavru kuşlar! Hemen dışarı çıkmanız gerek. Çünkü bu mağara benim!”

      Yavru kuşlar bu sözlere çok kızmıştı. İçlerinde en cesuru doğruca karatavuğun üzerine uçup onu uzaklaştırmak istedi ancak karatavuk, yavru kuşun boynunu gagaladı. Zavallıcığın boynundan ince bir hat halinde kömür karası kanlar aktı ve oracıkta can verdi.

      Ardından karatavuk diğer yavrulara saldırdı. Bir tanesinin bacağını kırdı, bir diğerinin gözlerini çıkardı ve üçüncü kuşunsa kanadını kopardı.Hepsini iyice korkutup dağıttıktan sonra oradan uçup gitti.

      O akşam anne kuşlar eve döndüğünde mağara çok sessizdi. “Neler oluyor?” diye sordular şaşkınlık içinde. “Yavrularımızın cıvıltısı, kanat sesleri neden işitilmiyor? Kesinlikle kötü bir şey olmuş olmalı.”

      Yavru kuşlardan birini ölü, diğer pek çok kuşu ise yaralı halde bulduklarında acıları tarifsizdi. “Kim yaptı bütün bunları size?” diye bağırdılar. Bunun üzerine yavru kuşlar başlarına gelenleri bir bir anlattı.

      “Siyah tüylü, koca gagalı kötü bir kuş yaptı bunları. İşte, yine kapıya gelmiş!”

      Anne kuşlar başlarını çevirip tek vücut halinde bu haydut kuşun üzerine uçtu. Ne var ki karatavuk “Fir-r-r-r! Fir-r-r!” diye bağırıp ellerinden kaçtı ve yükseklere doğru süzüldü.

      Ertesi gün karatavuk bir kez daha geldi ve kuşların küçük tarlalarını dağıttı. Tek bir mısır tanesi veya şeker kamışı bile kalmadı. Anne kuşlar perişandı. O akşam mağarayı terk edip başka bir yerde daha güvenli bir ev bulmaya karar verdiler.

      Birden tırnak kadar küçük bir kuş girdi mağaraya. “Cik, cik!” diye tatlı tatlı öttü. Sonra bir dişi tavuğun yanına doğru uçarak “Sen,” dedi, “karatavuğu öldüreceksin.”

      Bütün kuşlar bir ağızdan bağırıp dişi kuşun yeterince güçlü olmadığını söyledi.

      “Onu sen öldüreceksin,” dedi küçük kuş. “Karatavuğun başına doğru uçarak gözlerini çıkar. İşte o zaman kolayca işini bitireceksin onun.”

      Küçük tavuk cesaretini toplayıp korkmayacağına söz verdi.

      Ertesi sabah karatavuk tekrar göründü. Bu kez mağarayı ele geçireceğinden şüphesi yoktu. Başını kraalın kapısına koyup o kötü sesiyle bağırdı: “Fir-r-r! Fir-r-r!”

      Küçük tavuk doğruca karatavuğun başına uçtu ve o daha neler olduğunu anlayamadan gözlerini yuvalarından çıkardı. Sonra anne ve baba kuşlar saldırdı karatavuğa. Birkaç dakika içinde kötü kuş ölmüştü.

      Bu olayın ardından bütün aileler huzur ve mutluluk içinde yaşadı, bir daha onları kimse rahatsız etmedi.

      Işık Saçan Prenses

      Bir Msuto Masalı

      Bir zamanlar uzak dağların arasında yemyeşil bir vadide çok güzel bir kraal kurulmuştu. Kraalın içindeki kulübe parlak yeşil renkliydi, çatısı çim ve sazlarla örtülüydü, güzelce cilalanmış kızıl topraktan zemini ise oldukça sağlamdı. Bütün tencereler kırmızı kilden olup özenle duvarlara yerleştirilmişti. Bunların hemen yanında süt ve kaymak dolu sukabakları vardı. Yerde yeşil renkli ince hasırlar seriliydi. Yalnız bir köşesi altın renkli dağ samanından örülmüş küçük bir hasırla kaplıydı. Kulübenin etrafı yüksekçe ve tertemiz bir yeşil çitle çevriliydi. Hakikaten her şey yerli yerindeydi. O civarda bu kadar düzenli ve temiz tutulan bir başka kraal daha yoktu.

      Aslında şaşılacak bir şey değildi bu zira burası büyük bir şefin karısının eviydi. Kocası yıllar önce ölmüş ve kadıncağızı üç yaşındaki Maholia adlı kızlarıyla bir başına bırakmıştı. Kadın gençliğinde çok güzel bir kadındı. Küçük kızı da büyümüş ve tıpkı annesi gibi güzel ve sevimli olmuştu. Çok iyi yetiştirilen bu kız, güzel olduğu kadar iyi huylu ve uysaldı. Annesine gelince, bir daha hiç evlenmemişti. Zaten böyle bir şey hiç uygun düşmezdi çünkü o bir zamanlar kralın karısıydı. Kraliçe sadece çocuğu için yaşıyordu artık. Anne kız birbirlerini çok seviyorlardı. Ülkedeki bütün kızlar Maholia’ya imreniyordu. Kolyeleri, bilezikleri ve boynuna sardığı halka dahil üzerindeki her şey altın ayın rengindeydi. Büyüdükçe güzelliği ve cazibesi daha çok dikkat çekmeye başladı. Öyle hoş bir kız olmuştu ki ona bakanların gözleri kamaşıyordu. İşte bu yüzden Işık Saçan Prenses diye anılıyordu.

      Zaman hızla geçiyordu. Artık yetişkinliğe erişen genç kıza nice soylular talip oluyordu. Günlerce süren yolculuklarla ulaşılan diğer ülkelerde tek bir şef oğlu yoktu ki Maholia’yla evlenmek istemesin. Fakat ne Prenses ne de annesi taliplerin herhangi birini kabul etti. Maholia’nın evlenmesi akıllarından dahi geçmiyordu.

      Günlerden bir gün pek kudretli bir kralın yolladığı bir elçi kapılarına geldi. Kral, oğluyla evlendirmek için güzel bir kız arıyordu. Bu amaçla görevlendirdiği danışmanları uzak yakın nice diyarı gezmiş ve hükümdarlarının kraalına onlarca genç kız getirmişti. Gelgelelim, Kral bu kızların hiçbirini oğluna münasip bulmamıştı. Bu yüzden arayışın sürdürülmesini emrederek baş induna9 ve yanına verdiği hizmetçileri görkemli bir törenle uzak diyarlara yollamıştı. Görevleri, güzelliğiyle ün salmış prensesleri bulmaktı. Aylarca süren yolculuğun ardından induna, Işık Saçan Prenses’ten söz edildiğini işitti. Onu ziyaret etmeye karar verdi ancak bir kez daha hayal kırıklığına uğramaktan da çok korkuyordu. Fakat yeşil kraalı gördüğünde umudu arttı. Prenses onu hemen kapıda karşıladı. Genç kız, parlak güneşin altında tepeden tırnağa ışık saçıyordu. Boynunda kızıl ve altın rengi bakırdan kalın halkalar vardı. Güzel kollarını ise bileğinden dirseğine kadar bakır ve tunç bileziklerle süslemişti. Bacakları da, ince ayak bileklerinden dizlerine kadar aynı takılarla donatılmıştı. Belini saran altın boncuklu kemer arkada kalınca bir ip halinde burulmuştu, öndeki kısmı ise uzun ve ışıl ışıl bir püskül şeklinde kısa deri önlüğünün üzerine sarkıyordu. Önlüğü, altın ve bakır boncuklarla kareler halinde işlenmişti. Güzel omuzlarını yine altından dairelerle işlenmiş ve geniş kenarı ışıltılı boncuklarla çevrelenmiş bir şal örtüyordu. Enfiye kutusu olarak kullandığı sukabağı bile altın renkliydi ve çakal derisiyle kaplıydı. Genç kızın her hareketi zarafet doluydu. Gülen yüzü ve ışıl ışıl gözleri, kalbinin güzelliğini gösteriyordu.

      Induna, tıpkı geceleri göklerde yükselen ay gibi ışıldayan altınlara bürünmüş bu güzel kızı görünce “İşte aylardır aradığım prenses!” dedi. “Yüce Kralımızın oğlu, işte bu kızla evlenecek!”

      Induna hemen Maholia’nın annesiyle görüşmeyi talep etti. Sonra Kral’ın oğlu adına genç kızı annesinden istedi. Günlerce meseleyi tartıştılar. Kraliçe biricik evladından ayrılmak istemiyordu. Fakat induna efendisinin kudreti ve zenginliğinden, damadın cesaret