Murat Toktamışoğlu

Yeni bir hayat


Скачать книгу

Büyüdük, apaydınlık, rengarenk giyisilere kavuştuk ancak yüreklerimiz karardı bu sefer.

      “Pal sokağı kahramanları” romanındaki Nemeçek’i ve onun ölümünü unutmam mümkün değil. “Ormanın Sesi” ile Rudyard Kipling’i tanıdım.

      Kemallettin Tuğcu okumadım hiç. Belki de bu nedenle umudum var hala. Milliyet Çocuk Kitapları ve Çocuk Dergisi öğretmenim olmuştu benim.

      Okumayı babamdan öğrendim. Milli Eğitim Klasikleri vardı evimizde. Babam okurdu. Ben kendimi bildim bileli evimize günlük gazete Hürriyet girerdi. Kupon da yoktu o zamanlar. Anlayın işte.

      Ortaokulda Aziz Nesin okumaya başlamıştım keyif alarak. Şimdi o kitaplar benim evimde. Daha da fazlası var.

      O günlerde alışveriş merkezleri yoktu, süpermarketler de. Bakkal amcalarımız, kasaplarımız vardı. Bir de semt pazarları. Hala var ve iyi ki var. Annem hala pazardan alışveriş yapar. Ekmeği ben alırdım. Bakkala ben giderdim.

      Şimdiki gibi o zamanlar sokağa çıkma özgürlüğümüz kıstlanmamıştı. Bilgisayar, windows, android, iPad, iPhone, sosyal medya, e-mail yoktu.

      Uzay Yolu dizisinin kaptan Kirck’ü, Mr. Spock’u, Doktor’u, açılan kapanan kapıları, ışınlanma odası, telsiz telefonları ve lazer silahları vardı beyaz camda. Sonradan bunlar da gerçek oldu. Sir Ivanhoe’yu severdim. Kaygısızları da.

      O zamanlar hayatı dışarıda yaşardık, komşularımızla, akrabalarımızla özgürce geçirirdik hayatımızı. Şimdiki çocuklar gibi bilgisayar ya da televizyon ekranları karşısında, fast food’cularda bitkisel şekilde değil.

      Televizyondan önce radyo ile tanıştık. Babam ajansları dinlerdi. Annemle “Arkası Yarın”ı dinlerdim okula gitmeden, sonrasında “Okul Radyosu”nu. Sabahçılar ve öğlenciler için ayrı saatlerde yayınlanan derslerimizde bize yardımcı olan “Okul Saati” sonrasında “Çocuk Bahçesi” ile birlikte hayal dünyasına dalar, maceralar yaşardım radyonun karşısında kulaklarımı dört açmış şekilde.

      “Şimdiki Aklım Olsaydı” diye bir program vardı severek dinlediğimiz. İnsanların yaşadıkları, yaptıkları veya yapmadıklarından dolayı sonradan pişman oldukları olayları radyoda bize yaşatırlardı. Şimdiki aklımızla nasıl yaşardık, ne yapardık diye dinler, üzülür, dersler alırdık. Radyo Tiyatrosu ile renklenirdi akşamlarımız.

      TRT FM’de keşfetmiştim Jethro Tull’u, Alan Parson’s Project’i.

      Arabeskçiler Polis Radyosuna takılırlardı. Kayıp şahısları, evden çıktıktan sonra bir daha haber alınamayanları dinler, merak ederek.

      Şimdilerde sigortası iyi dileklerde bulunur ve tarihi bize hatırlatırken o yıllarda ve daha sonraki uzun bir süre Demirbank bize iyi günler dilerdi.

      “Bir Roman Bir Hikaye” programında romanları, hikayeleri dinlerdik billur sesli spikerlerden. Radyo o günlerde daha lezzetliydi galiba diğer lezzetleri gibi dünün, ya da bana öyle geliyor. Solistler Geçidi, Beraber ve Solo Şarkılar, Türküler Geçidi, Yurttan Sesler Korosu bugünün aksine popülerdi o günlerde. Atilla Mayda’yı duymayan hatırlamayan yoktur aramızda. Tıpkı efektör Korkmaz Çakar gibi.

      Daha Televizyon yoktu. Hafta içinde annem ve komşularla Türk filmi izlemeye giderdik Ankara Konak Sineması’na. Gong ile başlardı filmler. Babam ise pazar günleri sinemaya götürürdü beni. Barsolino Çetesi’ni, Zorro’yu onunla seyrederdim. Sinema benim için keyifli bir tutku olmuştu.

      O günlerde bugünkü gibi neredeyse her gün değil haftada bir gün dışarda yemek yerdik annem ve babamla birlikte. Elimden tutarlardı benim ve Kurtuluş’tan Sıhhiye’ye yürürdük heyecan ve keyif içinde. Kebap 49 köftesi hayatımın önemli bir parçası olmuştu.

      1970’li yıllara Televizyon denilen camdan kutu vurdu damgasını hayatımıza. Televizyon olmadığı günlerdi evimizde. Ev sahibine giderdim seyretmek için. Dünyadan kopardım. Onun da uykusu gelince eve dönmek zorunda kalırdım üzülerek. Vizontele filmindeki olayları yaşardık hep birlikte. Salı günleri Türk filmi vardı, Pazar sabahları ise kovboy filmleri. Ailece kahvaltı ederdik filmleri seyrederken. Annem ekmeğin kızarmışını almamızı tembihlerdi kardeşimle bana. Hala kızarmış ekmek ister.

      Esem Spor’lar giyerdik. Renk seçeneği ve model farklılığı fazla değildi. Tek tip ayakkabılarla dolaşırdık. Bir de Çin kesleri vardı. Tezgah altı satarlardı. Lacivert renk zor bulunurdu. Ben bir lacivert orjinal Çin kesi bulmuştum. Arkadaşlar beyaz kesleri boyarlardı. Converse All Star gerçekten stardı o zamanlar. Bir de Pony’ler vardı.

      Yıllar geçti aradan ortaokula başladım. Gittiğim Namık Kemal Ortaokulu’nda notlar yine beş üzerinden verilirdi. Uzun süre on üzerinden not alan arkadaşlarım alay ettiler benimle. Fakat ben okulumu seviyordum. Son yıl okulumu değiştirdim.

      Orta sonda Ankara Deneme Lisesi’ne geçtim. Yine alay ettiler benimle “Neyi deniyorlar?” diye. Deneme Lisesi Basketbol takımı ünlüydü o zamanlar Ankara TED Koleji ile de rekabet vardı aramızda. Biz maçlarda bağırırdık “Siz paralı biz beleş … Kolej” diye. Tüm kızlar basketbolculara hayranken ben akıllık ettim(!) futbol takımına girdim. Maçlarımıza kimse gelmezdi, fakat antreman için izinli olur derslere girmezdik.

      Yılbaşlarında öğrenciler torbadan isimler çeker kura ile hediyeler alırdık birbirimize. Eziyet ve stres oluştururdu bu bende.

      1980 darbesinde bahçede maç yapıyorduk umarsızca. Tatil olunca sevinmiştim. Lise yıllarımda futbol oynadım. Oynadıkça notlarım düştü. Aslında bağlantı yoktu arada fakat ailem kurdu. Top oyanmayı bırakırsam düzeleceğine inandılar ve bıraktım top oynamayı. Ne ilginçtir ki düzeldi notlarım.

      Doktor olmak istemiyordum aslında. Mimar olmak gönlümde yatıyordu. Arkadaşlarda tiyatrocu ol veya güzel sanatlara git diyorlardı. Buna rağmen hala anlamış değilim neden yıllığımda doktor olmamla ilgili bir hedef yazdığını.

      Ve şans bu ya Tıp fakültesine girdim ve ilk kez ailemin yanından ayrıldım. Kayseri’ye ticareti öğrenmeye gittim(!). Bu arada Tıp Fakültesini de kazasız belasız bitirdim.

      Ailemin gönderdiği aylıklarla bütçe yapmayı öğrendim orada, hem de para arttırmayı ve bir de bir memur maaşı ile iki çocuğun okutulup nasıl aile geçindirilebileceğini, alın teri ile kazanılan paranın bereketini.

      O yıllarda müziğe daha çok merak saldım. Kasetlerle başlayan merakım CD’lere uzandı. Bülent Ortaçgil, Mike Oldfield, Traffic, Camel, Pink Floyd, Led Zeppelin, Leonard Cohen, Joan Baez, King Crimson, Janis Joplin, Jefferson Airplane, Eric Clapton, B.B. King, Robert Cray, Livaneli, Timur Selçuk hayatıma girdiler bir daha çıkmamacasına.

      Kadın doğumcu olmak istiyordum nedense. Herhalde parası çok diyedir. Mezun olunca ne yapacağım diye düşünüyordum. İhtisas yapmalıyıdım yoksa doktora doktor demezlerdi bu ülkede.

      Mecburi hizmete başladım. Bu arada uzmanlık sınavlarına da girdim bir dalın uzmanı olmalıyım diye. Sonunda iki yıl içinde vazgeçtim uzmanlıktan ve kendimi gerçekleştirebileceğim başka bir yol çizdim kendime. Farketmiştim ki çocukluğumun özgürlüğünü, özgünlüğünü, heyecanlarını, misafirliğe giderken bile mutlu olmayı, babamın her akşam eve gelmesinden mutlu olmayı, dışarıda yemek yerken tatığım mutluluğu, bir aileye, bir kardeşe sahip olmanın mutluluğunu kısaca küçük mutluluklardan mutlu olabilmeyi unutmuşum.

      Hayallerimi büyürken yolda düşürmüşüm.

      Ben büyürken düşlerimi küçültmüşüm.

      Ben büyümüşüm ancak ruhum küçülmüş.

      Ben, ben olmaktan çıkmış herkes gibi olmuşum.

      Sonunda mutsuz olmuşum, heyecansız, tutkusuz, inançsız,