Leyla Karahan

Türkçeyle Yaşamak


Скачать книгу

tekne kazıntısı derlerdi. Ablam Karaburun’da, ağabeyim de Turgutlu’da doğmuş. Ben Nevşehir’de. Annemin benden önce bir oğlu olmuş. Adı İhsan’mış. Çok güzel bir çocukmuş. Bir gün güzelce onu yıkamışlar, tertemiz giydirmişler. Bizim evin arkasındaki dayımın evine götürmüşler. Komşular, aman bu ne güzel, ne sevimli çocuk diye sevmişler. Akşam annem eve gelmiş, sabaha karşı çocuk boğulacak duruma gelmiş, ne olduysa bilmiyorum, vefat etmiş.

      – Kardeşiniz kaç yaşındaymış öldüğünde?

      – Altı aylık, daha kucakta. Çok sevimli bir çocukmuş. Annem tabii çok üzülmüş. O kadar üzülmüş ki unutamamış onun acısını. Oğlum nazara geldi diye kıyametler koparmış üzüntüden. Aradan zaman geçmiş, doktora gitmişler. Bunu unutmak için çocuk yapın demiş doktor. Bunun üzerine 1922 yılında ben doğmuşum.

      – Hocam, ağabeyiniz Kemal’le aranızda kaç yaş fark var?

      – Ağabeyim 1910 doğumlu. On iki yaş var aramızda. Ablam daha da büyük. Benden yirmi yaş büyük.

      – Şimdi de biraz kardeşleriniz hakkında konuşabilir miyiz?

      – Eskiden biliyorsunuz kız çocukları çok erken yaşta evlenirlermiş. Naciye ablamı da Osman (Dörtkol) dayım ısrarla oğluna, Mehmet’e almak istemiş. Mehmet, Osman dayımın en büyük oğluydu. “İlla ki bu kızı bana vereceksiniz, oğluma alacağım.” demiş. Hep akraba evliliklerine ağırlık veriyorlardı eski yıllarda. Hâlbuki bu hiç sıhhi değil, verilmemesi lazım ama alışkanlıklar uzun müddet devam ediyor. Tıbbi bakımdan pek tavsiye edilir bir şey değil. On üç yaşında Nevşehir’de evlendirmişler ablamı. On üç yaşında evlenilir mi? Hatta babam da o zaman galiba İzmir’deymiş, dönmüş gelmiş. Çok şükür, iyi bir yuva kurdu, aklı başındaydı kocasının. Ablamın elinden ince işler gelirdi. Yeşile çalan, güzel gözlü bir kızdı. Babamın gözü de yeşil mavi arası bir renkteydi.

      – Siz kime benzemişsiniz Hocam?

      – Ben anneme benzemişim. Benim gözüm, anneminki gibi ela. Ablam babama benzemiş. Babamın gözleri gibi yeşile çalan gözleri vardı. Çok iyiydi ablam. Ben ablamı küçük yaşta Nevşehir’de bırakıp İzmir’e gittim. Üniversite tahsili için Ankara’ya geldiğim zaman ilk yılın tatilinde doğruca Nevşehir’e gittim. Ablamı daha yakından tanıdım. Yirmi gün kadar orada kaldım. O tatildeki bir hatıramı da anlatayım. Pekmez kaynatacağız. Onun için de odun lazım. Karataş’ın ilerisinde Kepez Dağı diye bir dağ var. Dayımın oğlu Hamdi ve ablamla odun getirmek için oraya gittik. Odunları topladık, hayvanın iki tarafına yükledik. İkindi vakti dönmek için yola çıktık. Ama öyle bir yağmur başladı ki anlatılmaz. Sel geldi. Hayvan sele kapılacak diye korktuk. Karşı tarafa geçmemiz lazım. Bir eşarpla hayvanın gözünü bağladık. Hamdi, önce hayvanı geçirdi karşıya. Sonra teker teker bizi geçirdi. Neyse eve ulaştık. Ben selin ne kadar dehşet verici bir şey olduğunu o zaman anladım. Tatilin sonunda eniştem beni aldı, Niğde yolu üzerinde Himmet Dede denilen bir tren istasyonu vardır, oraya götürdü, oradan trene bindirdi ve beni İzmir’e uğurladı. Ondan sonraki yıllarda bir kere daha gittik annemle Nevşehir’e.

      – O yaşlarda Nevşehir’i daha yakından tanımışsınızdır.

      – Üniversitedeydim o zaman. Tabii Nevşehir’i daha yakından tanıdım.

      – Nevşehir’de şimdi eviniz veya malınız, araziniz falan var mı?

      – Hayır, yok. İzmir’e yerleştikten bir müddet sonra ağabeyim dedi ki “Biz İzmir’deyiz, artık gelip burada oturacak değiliz. Burayı satalım.” Evin eşyasını topladılar, eşyayı ablam aldı, minderleri, halı yastıkları, kazan, tencere gibi dolap dolusu kapları… Biz getiremezdik onları. Fakat dantelleri annem almıştı.

      – Ablanız hayatta mı Hocam?

      – Hayır değil. Çoktan vefat etti ablam. Ben 1965’te Almanya’ya gittim. Alexander von Humboldt vakfından bana araştırma bursu verilmişti. Çocukları bırakacak kimsem yoktu. Ablamı çağırdık, gelir misin diye. Eniştem vefat etmişti, gelirim dedi. Geldi ve bizde aşağı yukarı bir yedi sekiz ay kadar kaldı. Çocukların başında durdu. Evde de çalışan bir yardımcımız vardı. Sonra memlekete döndü. 1970’li yıllarda vefat etti. Yeşil gözlü, boylu bosluydu. Hassas bir hanımdı. Çok güzel yemek yapardı.

      – Ağabeyiniz neler yapardı, nasıl biriydi Hocam?

      – Ağabeyim, ticaretle meşgul bir insandı. Okumayı çok severdi. Nerede bir kitap bulsa alır gelirdi. Hatta bir defasında Ahmet Refik’in kitaplarını bulup getirmişti. Ahmet Refik’in tarih kitapları o yıllarda piyasadan kaldırılmıştı. Nasılsa onları bulmuş, topuyla alıp getirmişti. Ben içlerinden bir kısmını aldım.

      – Hangi yıllarda Hocam?

      – Bu aşağı yukarı 1939, 1940 yıllarında idi. Ağabeyimin getirdiği bu kitaplardan birini Tarih hocam Saadet Berkol’a gösterdim. “Aman, varsa ben de alsam.” dedi. “Bizde var, size getireyim.” dedim. Birinci, ikinci ciltler -başlarından beşer onar sayfası noksan- getirdim Tarih hocama, hediye ettim. Parasını vermek istedi. “Yok, bunları ağabeyim almış Hocam.” dedim. İşte böyle… Ağabeyim okumayı çok severdi, ama kendisi ticaretle uğraşıyordu. Aklı başında bir insandı. Onun da Sakıp adında bir oğlu ve iki kızı vardı. Oğlu vefat etti. İki kızı hayatta. Raife’yi sen de tanıyorsun. Ankara’da yaşıyor. Diğeri Nigâr. O, İstanbul’da evli, kocasını kaybetti, iki oğlu ve torunları var. İstanbul’da, Beylikdüzü’nde oturuyor.

      Nevşehir Yıllarım

      – Bize biraz Nevşehir yıllarınızı anlatır mısınız? Az da olsa hatırlıyorsunuzdur. Altı yaşına kadar Nevşehir’deydiniz, zihninizde nasıl bir Nevşehir kaldı?

      – Nevşehir’i şöyle hayal meyal hatırlayabiliyorum. Tabii İzmir’le aralarında çok büyük fark var. Önce Nevşehir’deki evimizi bir tarif edeyim. Sizin dedelerinizin, yani Karacüllelerin evi de bizim karşımızdaydı. Türkmen Mahallesinde taş evler vardı; bizim evimiz de öyle. Taş yapımı evlerdendi, güzel evlerdi. Nevşehir taş evleriyle meşhurdur. Onun için evleri çok güzel ve sağlam olurdu. Şimdi de kullanılıyor bu taşlar. Nevşehir’e has; hafif sarı renkte. Yukarıdan, kaleden aşağıya bakıldığı zaman çok güzel bir manzarası olurdu. Bir de bizim Türkmen Mahallesinden aşağılara doğru bir yol uzanırdı. Nar’a kadar giderdi. Şimdi Nar ilçe oldu belki. Oraya baktığınızda o kadar çok bahçe görürdünüz ki rengârenk yeşil ve kırmızıya çalan halılar döşenmiş hissi uyandırırdı.

      – Evinizin avlusu var mıydı?

      – Hayır, üstü kapalıydı. Avlusu, bahçesi yoktu. Eve doğrudan giriliyor. Sol tarafta bildiğime göre bir ocak, üzerinde de geniş bir dolap vardı. Biraz ilerliyorsunuz, karşıda tavana yakın yerde çok büyük bir pencere… Dayımların bahçesine bakıyor, ev ışık alıyordu oradan. Büyük pencerenin altında içi tencere, tava ve kalaylı sahanlarla dolu geniş bir dolap vardı hatırladığım kadarıyla. Ve sol tarafta kayıt damı… Sağ taraftan misafir odasına giriyorsunuz. Ben misafir odası diyorum, belki oturma odasıydı. İki tarafına taştan sedir yapılmış. Üzerinde yün şilteler… Onların üzerine de çok güzel dantelli patiska örtüler örtülmüş. Annem rahmetli çok güzel dantel örerdi. O danteller o kadar ki belki iki karış genişliğindeydi. Patiskanın üzerine dikilmiş, aşağıya sarkıyor. Bir de halı yastıklar konurdu sedire. Ha, bir de misafir odasında halı ve iki tane de çok güzel koltuk vardı. Odanın giriş kapısı çok dardı. Nasıl soktular odaya, bilmiyorum, ama dar olduğu için daha sonra o koltukları bir türlü çıkaramadık. Ben Ankara’ya götürmek istemiştim koltukları.