hücre diyorduk. Annemin bir de sandığı vardı. Bu sandığa annem kıymetli eşyalarını koyardı. İzmir’den Nevşehir’e döndükleri zaman getirmişler. Sandıkta kumaşları vardı. Hatta ben bir defasında Ankara’da üniversite tahsili yaparken sıkışmıştım. Tabii para çok sınırlı. O zaman sabahlığa ihtiyacım vardı. Pijamayla gelmiştim İzmir’den. Değişik bir şeyim yok, param çok sınırlı, alamıyorum. Bunun üzerine ablama mektup yazdım, annemin sandığındaki kumaşları göndermesi için. Ablam gitmiş, o sandığı açmış, bana çok güzel desenli bir kumaş göndermiş. Ankara’da terziye sabahlık diktirmiştim. Onu giydim uzun müddet, fakülteyi bitirinceye kadar.
– O zaman anneniz hayatta değil miydi?
– Hayattaydı annem, İzmir’deydi. Ben Ankara’daydım, sandık Nevşehir’de.
– Nevşehir’deki evinizde kim vardı?
– Hiç kimse yoktu. İzmir’e giderken, evi kapatıp öyle gitmiştik. Ev kapalıydı, anahtar ablamdaydı. Ablam, Nevşehir’de oturuyordu ama başka evde. Misafir odasında kocaman bir sandık, içinde bir sürü dantel. Aa, bir de evde çok güzel tabaklar vardı. Onun hikâyesi de şöyle: Ermeniler sürgün sırasında bırakıp gitmişler bu tabakları, komşuları almış. Daha sonra komşusu anneme de vermek istemiş onları. Çok ısrar etmiş. Annem de yok demiş, ben beddua almak istemem. Komşusu da al demiş, ne verirsen ver. Annem tabakları, bedelini ödeyerek almış. Nefis tabaklardı, orada dururdu. Sonra ne oldu bilmiyorum, darmadağın oldu ev. Ben üniversite tahsili yaparken annemle beraber bir yaz gelip evi açmıştık. Gittiğim zaman gördüm, o dolapta tencere, tava neler var, neler var. Kazanları ablam almış, dayımlar almış, onlar kullanıyor.
– Bakır kazanlar bunlar tabii. Eskiden her evde bu kazanlardan vardı.
– Evet, çok vardı bunlardan. Evin bir de kayıt damı vardı. Kayıt damında küpler içinde kışlık erzaklar, tahıl, nohut, bulgur, makarna, erişte, tarhana, çömlek peynirleri vesaire. Çömleğe peynir basılırdı. Ben bayılırdım o peynire. Çocukken hatırlıyorum, hevenk hevenk üzümler, sucuklar tavanda asılı dururdu. O zamanlar Nevşehir’de alışveriş etme âdeti yok çarşıda… Ya da alışveriş çok az olurdu. Alışveriş çok sonraki yıllarda başlamış. Herkes yazdan bütün kışlık erzakını hazırlar, kayıt damına koyar, kışın ne lazımsa oradan alır. Bulgur, fasulye, nohut, hatta et… Sızgıt denilen bir kavurma yapılırdı. Bir koyun, iki koyun alırlar, kışın bulunmaz diye. Onu iyice kavururlar, bir tepsiye dökerler donunca da kayıt damında tekerlek hâlinde duvarlara asarlar, et ihtiyaçlarını da oradan karşılarlardı. Sucuk yapılırdı. Pastırma hatırlamıyorum, belki yapanlar vardı. Bizim evimizde sadece sucuk yapılırdı.
– Hocam, Nevşehir’de dış kapılar çok heybetliydi; tahtadan olurdu ve kocaman anahtarları vardı.
– Evet, evet… Evimizin büyük kapısını hatırlıyorum. Kocaman bir kapı… Sağ tarafta taş merdivenle çıkılan bir yeri vardı. Oradan çıkardık. Yukarıda geniş bir oda vardı. Odanın önünde taşköşk denilen bir teras vardı ki oraya çıkıldığı zaman mis gibi tertemiz hava alınırdı. Demek ki köşk gibiydi. Adı da oradan geliyordu galiba. Hatırlıyorum hayal meyal. Önünde geniş taş kaplamalı bir terası vardı. Buranın hissesi sonradan rahmetli amcama düştü. Yıktırdı orayı. Yıktırınca biz öbür tarafta ilave inşaat yaptırdık. Evimizin sağ tarafında bir çıkmaz sokak vardı, bu sokağın ilerisinde ta dipte bir evde Belediye Reisi Şükrü Bey otururdu, onun yanında da bir iki bina… Evin hemen ötesinde Cumhuriyet İlkokulu… Bizim evin önünde bir su haznesi vardı. Hazne diyorlar, yani su deposu. Belediyeye ait bir şey. Su taksimi yapılırdı oradan mahalleye. Üstü kapalı, kilitli… Evin önüne yapmışlar. Geceleri şık şık şık şık su sesi duyulurdu. Bazen gece uyanırdım o sesle. Herhâlde sıcak diye o tarafta yatıyorduk ki oradan o şıkırtıyı duyuyordum. Kayıt damından bir merdivenle yukarıya çıkılırdı; yukarıda sonradan ilave yapılan bir odamız vardı, geniş bir oda. Kış odasıydı orası; oturma odası. Ortasında masa gibi iskemle dediğimiz dört ayaklı kerevet vardı. Ayrıca ayak konacak dayanakları da var. Üzeri battaniye ile örtülü. Altta kerevetin ortasındaki boşluğa da bir mangal konurdu.
– Kışın neyle ısınıyordunuz?
– Mangalla ısınıyorduk. Kışın soba vazifesi görürdü. Etrafında sedirler vardı. Kışın oraya oturulur, mangalda ısınılırdı. Mangal hem etrafı, hem de kerevete oturanları ısıtırdı. Eş dost veyahut akrabalar akşam oturmasına geldikleri zaman, ağabeyimin hanımı Şadiye Hanım ve annem misafirlere üzüm, köftür ikram ederlerdi. Köftür, pekmezden, beyaz üzüm pekmezinden yapılan çok nefis, tatlı bir yiyecektir.
– Köftür, Nevşehir’in geleneksel yiyeceği. Ben de çocukken çok yedim.
– Evet, evet çok güzel bir tatlıdır. Nevşehir’in lokumudur. Yine birtakım yiyecekler çıkarırlar, onları da misafirlere ikram ederlerdi. Bu arada şunu da söyleyeyim, üniversite talebesiyken gittiğim yıllarda da Nevşehir’de pekmez kaynatıldığını gördüm. Üzüm toplandıktan sonra pekmez kaynatılırdı.
– O gelenek devam ediyor. Hâlâ pekmez kaynatılır Nevşehir’de Hocam. Nevşehir’in üzümü de pekmezi de meşhurdur.
– Bir normal pekmez kaynatılırdı bir de çalma pekmez.
– Nasıldı çalma pekmez?
– Çalma pekmez beyaz üzümden kaynatılır ve bala benzerdi. Rengi tıpkı bal renginde olurdu. Çok çok lezzetli bir şey. Daha koyu. Öbür pekmez suluydu, biraz siyah renkte olurdu. Ama çalma pekmez beyaz üzümden yapıldığı ve koyu olduğu için fevkalade güzeldi. Bal hissini verirdi. Çalma pekmezi tandırda pişiriyorlar. Tam bir bal kıvamında oluyor. Daha sonraki yıllarda annemle Nevşehir’e gittiğimizde çalma pekmez yapmıştık. Hatta iki büyük kavanozunu da Ankara’ya getirmiştik.
– Pekmez nasıl kaynatılırdı Hocam?
– Benim küçük dayımın evi ortadaydı, büyük dayımla bizim evin arasındaydı. Geniş bir bahçesi vardı. Bir tarafta da tandır evi… Bütün mahalle pekmezini orada kaynatırdı. Dayımlar da müsaade ederlerdi. Bir iki defa pekmez kaynatmaya tanık oldum. O kadar güzel oluyor ki… Pekmez kaynatma sırasında komşular toplanıyorlar, maniler, türküler söyleyerek kaynatıyorlar pekmezi. Bir de tandıra etli fasulye koyuyorlar, pişiriyorlar. Veyahut tandıra kabak koyuyorlar. Hani kırmızı kabak… Piştiği zaman çok nefis oluyor, kokusu bütün mahalleye yayılıyor. Fevkalade hoş bir şey.
– Kabak yemeğinin adını hatırlıyor musunuz Hocam?
– Hatırlamıyorum. Tandırda kabak. İçini alıyorlar. Koyuyorlar tandıra, pişiyor. Sonra onu alıyorlar, soğuduktan sonra dilim dilim kesiyorlar. Lokum gibi oluyor, çok güzel… Mis gibi bir kokusu oluyor.
– Ekmek de evde yapılırdı değil mi?
– Evet, gece yarısında hanımlar gelir, otururlar. Yufka açılan tahtalar olur. Honça deniyor.
– Hocam, annem hâlâ honçasını saklıyor; mantı yapmak için, et kesmek için kullanıyor.
– Honçanın üzerinde herkes yufkasını açar. Sonra bu yufkalar tandırın üstüne konan saçta pişirilir. Her evde tandır olmazdı. Pişirilen geniş yufka biçimindeki ekmekler bu honçanın üzerine üst üste dizilerek biriktirilir, beş altı ay bu ekmekler yenirdi. Yemeden önce bir iki tane alınır, su serpilir, biraz yumuşaması beklenir, sonra da dürülüp ekmek tenceresine konurdu. Ara sıra çarşıdan ekmek gelirdi; ona da çarşı ekmeği derdik. Çok kıymetliydi çarşı ekmeği. Hatta birisine yemek teklif ettiğinizde eğer yemek istemiyorsa “Kardeşim çok teşekkür ederim sağ ol, eline sağlık ben biraz