Leyla Karahan

Türkçeyle Yaşamak


Скачать книгу

çok yakın bir yerdeki bağımıza giderdik. Dört beş dönümlük bir bağ. İki tane büyük kayısı ağacımız vardı. Oradan kayısı getirirdik, üzüm getirirdik. Biz İzmir’e gittikten sonra o bağı ablama hediye ettik. Babamın vefatından sonra ablam “Bir şey istemiyorum, sadece bu bağı bana verin.” dedi. Bağ onun oldu. Ablam bize çuvalla kayısı kurusu gönderirdi Nevşehir’den.

      – Bağa neyle giderdiniz Hocam? Ben çocukluğumda bağa hep eşekle gidenleri hatırlıyorum.

      – Önceleri merkeple giderdik. Atımız da merkebimiz de vardı. Atla, merkeple giderdik. Babam bir defasında da beni ata bindirmişti. Ne oldu bilmiyorum, bir şey oldu, at ürktü, beni aşağıya attı. Neyse bir şey olmadı.

      – Babanızın ne dükkânı vardı Nevşehir’de?

      – Ticaretle uğraşıyordu, ama şimdi ne alıp sattığını hatırlamıyorum. Herhâlde toptan ve perakende bakkaliye eşyası idi.

      – Hocam, siz bir Nevşehirli olarak Nevşehir ağızlarını hazırladınız ve böylece Nevşehir’e olan görevinizi yerine getirdiniz. Ben de Nevşehirliyim. Sizinle 1990’lı yıllarda Nevşehir’e beraber gittik, konferans verdik. Bana yolda bir fıkra anlatmıştınız, ben hatırlatayım, siz bir kere daha anlatırsanız memnun olurum. Şöyle bir fıkraydı: İki arkadaş yolculuk ediyorlarmış; biri Nevşehirli diğeri de Aksaraylı ya da Kayserili. Hatırladınız mı?

      – Evet evet. Biri Kayserili, biri Nevşehirli. İki arkadaş yolda tanışmışlar. Yol boyunca birlikte gelmişler, Ulukışla’ya kadar. Ulukışla’da ayrılacaklar birbirlerinden. Nevşehirli demiş ki ‘Artık burada ineyim, ben geldim.” Öteki, yani Kayserili “Şimdiye kadar niye söylemediniz Nevşehirli olduğunuzu?” diye sitem etmiş. Nevşehirli “Övünmek gibi olmasın diye söylemedim.” demiş, tabii Nevşehir ağzıyla söylemiş.

      Birkaç Çocukluk Hatıram

      – Çocukluğunuzla ilgili hatıralarınız var mı sizi çok etkileyen?

      – Tabii var. 5-6 yaşları arasındayım, sokağı çok seviyorum. Bizim evin önünden kocaman bir düğün alayı geçiyormuş. Rahmetli annem bağa gitmiş, o gün beni ablama emanet etmiş. Ablamın da evi arka taraftaydı, Cumhuriyet İlkokuluna bakan tarafta. Herkes gibi ben de takıldım düğün alayına; gittim, gittim, gittim. Bir hayli gittikten sonra herkes dağıldı, evine gitti, ben ortalıkta kaldım. Hangi yoldan döneceğimi, nasıl gideceğimi bilemedim. Başka mahallelere gitmişiz. Başladım ağlamaya… Bunun üzerine birisi benim elimden tuttu, “Niye ağlıyorsun kızım?” dedi. “Yolumu kaybettim.” dedim. “Sen kimin kızısın?” dedi. Ben de “Hüsnü Efendi’nin kızıyım, falan yerde dükkânımız var.” dedim. Ha, dedi adam, hatırladı. Gel kızım, diyerek beni aldı evine götürdü, o gece beni evlerinde misafir ettiler. Çünkü evimizi bilmiyorlar. Ertesi gün olsun da dükkâna gidelim, babasına haber verelim demişler. Ben de gayet üzüntülüyüm. Yemişler getirdiler beni teskin etmek için. Fakat evden ayrıldığım için suçlu hissediyordum kendimi. O sırada ablam, sokakta oynuyorum diye hiç üzerinde durmamış, nasıl olsa gelir biraz sonra, demiş. Sonra beni almak için çıkmış dışarı. Bakmış ki yok. Telaşlanmış tabii. Annem babam gelmişler, aramışlar, kızları ortada görünmüyor. O zaman aramak için telefon falan nerede? Hemen tellal çağırtmışlar. O aile, esnaf olduğu için babamı tanırmış. Babam ve ağabeyim de esnaf.

      – Hocam, aileniz perişan olmuştur.

      – Çok, çok… Bir gece kalmışım orada ama bizimkiler sokaklara dökülmüşler… Neyse ertesi günü sabah babam ve ağabeyim geldiler, beni aldılar eve getirdiler. Bir daha böyle haber vermeden sakın ola bir yere gitme, dediler. Ama çocukluk yılları, öyle bir havaya kapılıyorsunuz ki…

      – Başka çocukluk hatıralarınız var mı?

      – Nevşehir’le ilgili bir hatıramı daha anlatayım. Belki yine 5-6 yaşlarındaydım. Bir gün mahallede çocuklarla oynarken “Hadi çocuklar öze gidelim.” dedim. Kalktık, gittik öze. Orada ceviz ağaçlarının dibinde oturduk, serinledik; sular akıyor, su içtik. Eve dönme zamanı, burada taze soğan var, toplayayım da eve götüreyim, dedim. Annem, yengem yorulmasınlar, dedim. Topladım, kucağıma aldım. Koca bir tomar. Herkes de topladı. Dönüşte annemlere anlattım. Ağabeyim, “Bu ne kızım, bahçede bir şey bırakmamışsınız, halt etmişsiniz.” dedi Çünkü bahçede hiç soğan kalmamıştı. Çocuk aklı, almışım kucağıma, getirmişim anneme, güya yardımcı olacağım.

      – Çok hareketli bir çocukmuşsunuz Hocam.

      – Evet, çok hareketliydim. Bütün hayatımda, ilkokulda, ortaokulda… Lisede belki biraz duruldum. Ama hele ilkokulda çok hareketli bir çocuktum. Tabii okula İzmir’de başladım. Nevşehir’de okula gitmedim, küçüktüm.

      Nevşehir’den İzmir’e

      – Ailenizin Nevşehir’den ikinci ayrılışı ne zaman olmuş?

      – Ortalık düzelince tekrar babam ve ağabeyim İzmir’e gittiler. İzmir’deki işlerini açmak istediler. Karaburun, Urla, Turgutlu gibi yerlerde yine toptancı ticaretine başladılar. Bir sene sonra bizi istediler. 1928 yılı idi. Ben hatırlıyorum, küçük bir çocuktum; aşağı yukarı 6-7 yaşlarında bir çocuk. Yani ben o yaşa kadar Nevşehir’deydim. Neyse efendim, yola koyulduk ve Aksaray’dan otobüsle Konya’ya geçtik. Konya’dan da trene bindik, iki günlük bir yolculuktan sonra İzmir’e gittik. İlk defa treni gören bir çocuk için çok güzeldi tren yolculuğu. Ama trende aynı kompartımanda oturan bir hanımın dikkatsizliği yüzünden parmağım, şu orta parmağım trenin kapısına sıkıştı ve kopacak hâle geldi. İzmir’de 2-3 ay onun tedavisiyle uğraştık.

      – İz kaldı mı Hocam elinizde?

      – Pek değil. Belki şurada biraz bir iz var.

      – İzmir’e geldiniz. Sonra?

      – Evet, İzmir’e geldik. Üzerimde upuzun bir entari, aşağıya kadar. Basmadan bir pantolon. Nevşehir’de don diyorlar ona. Nevşehir bir Orta Anadolu ilçesi olduğu için orada uzun bir don giydirirlerdi bize. Üzerine de bluz falan gibi bir şey. Ben İzmir’e o kılıkla geldim. Hâlbuki İzmir modern bir yer, herkes kısacık elbiseler giyiyor, kısa kollu, kolsuz. İzmir’e gelince, tabii o kılık yadırgandı. Hemen çıkardım, attım. Yeni kumaşlar alındı. İki üç tane elbise diktirildi. Ben değişik giyinmeyi severdim. Kısa kollu olduğu için çok da sevinirdim. Nevşehir’de kısa kollu giyme imkânı yoktu. Ondan sonra kendime geldim, çünkü sokağa çıkmaya utanıyordum.

      – İzmir’de nereye yerleştiniz, eviniz nasıldı?

      – Babam ve ağabeyim bize Namazgâh’ta, Namazgâh Camisi’nin arka bahçesinin karşısında güzel bir ev kiralamışlar. Kirası da ucuz değildi. Sonradan eş dost dediler ki, “Bu kadar pahalı evde oturulur mu?” Aylığı yirmi lira. O zamana göre kıymetli bir para. Çünkü beş liraya evler vardı. Ben evi gördüm, şaşırdım. Ev çok güzel. Öyle bir ev tutmuş ki babam ve ağabeyim, Nevşehir’de öyle bir ev bulmamız mümkün değil. Her ne kadar evimiz yeni yapı idiyse de Nevşehir’deki ev ile kabil-i kıyas değildi. Şöyle merdivenden çıkıyorsunuz, yeşil demir kapıdan bahçeye giriyorsunuz. Yerler İtalyan parke taşları ile süslenmiş, ortada bahçe ve bir havuz… Havuzda fıskiyeler, kırmızı balıklar. Havuzun etrafında kerevetler ve çiçekler. Güller, karanfiller… Bir tarafında Osman Ağa suyu… Köşede, asmanın altında kanepe. Bahçede erik ağacı, kayısı ağacı falan… Yani çok süslü bir yer. Odalar da çok güzel. Ortada kışlık bir oda. Sonra mutfağa, mutfaktan da alt bahçeye geçiliyor. Ev sahibimiz İhsan Hanım teyze çok zarif bir İzmir hanımefendisi. Bir oğlu