Urla İskelesi’nin kumu çok güzeldi, denizi çok güzeldi, çok rahat denize girilirdi. Onun için daha çok oraya giderdik.
– Çocukluğunuzda Urla’da sokakta ne oyunları oynardınız Hocam?
– Sokakta, çizgi oynardık. Yere çizerdik, hane hane ayırırdık. Ondan sonra taşla oynardık. Bana kızardı annem, ayakkabıları eskitiyorum diye. Rugan ayakkabıyı çok severdim, hep rugan ayakkabı alınırdı. Fakat taşları ayağımla itiyorum ortasından. O rugan ayakkabılar ucundan, önünden zedeleniyor. Annem onu görünce deli olurdu. “Ne bu kepazelik kızım, dikkat etsene, ne biçim olmuş ayakkabın?” derdi. Rugandan başka da ayakkabı giymezdim. Parlak, gösterişli ayakkabılardı.
– Hocam, ben de çok severdim çocukluğumda rugan ayakkabıyı. Her bayram rugan ayakkabı aldırırdım. Çocuklar parlak, pırıltılı, gösterişli giyecekleri seviyor.
– Hiç unutmuyorum, bir bayramdı. Urla’ya ilk geldiğimiz zaman… Bana bayramlık öteberi almışlar. Bir elbise diktirdiler terziye. Çorap, ayakkabı, kurdele vesaire. Saçım da uzundu, uzun olduğu için örülüyordu ve ucuna kurdele bağlıyordum. Ama istiyordum ki herkes gibi benim saçım da kısa olsun. Annem, babam uzun saçı sevdikleri için bir türlü kestirmezlerdi. Benim de hiç hoşuma gitmezdi. Ta lise son sınıfa kadar devam etti bu uzun saç problemi.
– Ne zaman kestirdiniz saçlarınızı?
– Lise son sınıfta. İlkokulda saçlarım uzun, yanaklarım pembe pembeydi. Bana al yanaklı, elma yanaklı kız derlerdi, adım öyleydi. Hatta bir defasında, hiç unutmuyorum, okula gidiyorum, giyimli kuşamlı bir bey, “Bir dakika kızım.” dedi. “Efendim.” dedim. Cebinden bir mendil çıkardı, diline sürdü. Sonra da yanağıma sürdü. Şaşırdım, “Ne oluyor?” dedim. “Yok bir şey kızım, maşallah, Allah bağışlasın.” dedi. Boya mı sandı, nedir? Bu kadar renkli yanak olmaz diye düşündü herhâlde.
– Hocam, çocukluk resimleriniz var mı?
– Benim çocukluk resimlerim yok, çünkü Nevşehir’de ben çocukken resim çektirme âdeti yoktu. Daha sonraki, bilhassa İzmir’e gittiğimiz dönemlere ait resimlerimiz vardı, fakat bizim evimiz bir yangın geçirdi, o yangında resimlerimiz de maalesef yandı.
– Nasıl bir yangın?
– Türbe sokağında otururken bir depomuz vardı. Depoda top top kâğıtlar vardı. Yengem oradan kâğıt alıp bahçede ocak yakmış. O sırada yukarıda ben kitap okuyordum, ağabeyimin bir de çocukları vardı evde. Alevler birden yandaki ağacı tutuşturmuş. Derken bizim ev tarafına sıçradı alevler. İtfaiye gelinceye kadar epeyi bir şey yandı. Bu nedenle çocukluğuma ait resimlerim yok. Liseden birkaç resmim var, hatta kırda çektirmişim, başıma papatyadan taç yapmışım. Ağabeyim çocuklarıyla birlikte İstanbul’a taşındığında yangından sonra çekilen resimler de onlarda kaldı. Aradan geçen yıllarda artık ne oldu bilmiyorum, bana bir daha gelmedi.
Ortaokul, Lise Yıllarım ve İzmir
– Şimdi ortaokula geçebiliriz artık Hocam.
– İlkokulu bitirdim, ortaokula gideceğim ya… Cumhuriyet’in ilk yılları, insanlar daha gelenekten fazla kurtulamamışlar. Babamın arkadaşları, daha ziyade iş muhitindeki ahbapları “Sen kızını niye ortaokula gönderiyorsun?” demişler. Yani pek tasvip etmemişler benim ortaokula gitmemi. Annem de ilkokulu bitirmiş, ortaokula göndermemişler zamanında. Babam çevresindekilere demiş ki: “Peki ne olur okutursam?” Onlar da “Görüyoruz işte, hükümette çalışan birkaç memur var. Etraftaki genç kızları görüyoruz, yeni moda diye kısacık elbiseler giyiyorlar, saç baş açık. Bu bizim geleneklerimize çok aykırı. Ahlaki düşüklük sayıyoruz bunları.” demişler. Babam, dindar bir insandı, hocaydı. Medresede yetişmişti. Bununla beraber çok açık fikirliydi. Demiş ki: “Bakın size bir şey söyleyeyim dostlar. Eğer siz kızlarınızı okutmazsanız, aşüfte olma niyetleri varsa yarın öbür gün onlar yine yapacaklarını yaparlar ve sizin aile haysiyetinizi ayaklar altına düşürürler. İyi bir eğitim vermişseniz kızlarınız okuduğunda aile terbiyesini, aile haysiyetini ayağa düşürecek bir durum ortaya çıkmaz. Bu bakımdan hepinize tavsiye ederim, lütfen kızlarınızı gücünüzün yettiği kadar okutun.” Bunu bana babam yıllar sonra üniversitedeyken bir münasebetle anlattı. O zamanlar Cumhuriyet’in ilk yılları… Hâlâ böyle gelenekler devam ediyor. Kolay değil bir toplumun alışageldiği geleneklerden kurtulması… O devri yansıtması bakımından ilgi çekici diye şimdi bunları hatırlatmak istedim.
– Teşekkür ederiz Hocam.
– Evet, ilkokulu 1934’te bitirdim. Ortaokul yoktu Urla’da. Beni İzmir’e göndermeleri lazımdı. Önce beni leylî vermeyi düşündüler, ben istemedim. Onun için annemle İzmir’e geldik. Servili Mescit’in Türbe Sokağında iki katlı bir evin ikinci katındaki bir odayı bize kiraladılar. Aklı başında bir ailenin yanında… Bir oğulları, iki kızları vardı. Terlik püskülü yapar, satarlardı. Oğulları muallim mektebine gidiyordu. Tek odamız vardı, mutfağı ortak kullanıyorduk. Galiba kirası 5 liraydı. Sadece annemle ben oturuyorduk. Bir buçuk sene kaldık o evde. Ben okula gidiyorum, annem evde… Babamla ağabeyim de Urla’da oturuyorlardı. İzmir’e geldiklerinde uğrarlar, hatırımızı sorarlardı, para verirlerdi. Sonra dediler ki bu böyle olmayacak, birleşelim. Tekrar İzmir’e geldiler, Basmahane’de bir ev tuttular.
– Ağabeyiniz yanınızda mı kalıyordu?
– Ağabeyim evli, ablam da memlekette, Nevşehir’de evli. Ağabeyimin, bir tek oğlu vardı o zaman, Sakıp. Üç dört yaşındaydı. Sonradan iki kızı Raife ve Nigâr doğdular. Ağabeyimlerle İzmir’de aynı evde beraber oturuyorduk. Hanımının asıl adı Kiraz’dı, ama sonradan İzmir’de akrabalarımız bu ne biçim ad deyince adını Şadiye yapmışlar.
– İzmir’de hangi ortaokula gittiniz Hocam?
– Kız Lisesine. Allah rahmet eylesin, babam getirdi, beni Kız Lisesine kaydettirdi. Gündoğdu’daydı o zaman lise. Basmahane’den aşağıya, Gündoğdu’ya kadar giden bir cadde. Ama çok geniş bir cadde, yangın yerinden bozma. Sonradan orası fuara ayrıldı, fuar alanı oldu. Basmahane’nin üstünde Altınpark vardı, Altınpark’ın üstünde de Servili Mescit. O mahallede otururduk. Oradan aşağıya inerdik arkadaşlarla; Basmahane’ye kadar inerdik. Basmahane’den sonra çok geniş bir yol. Yığın yığın öğrenci… Geçerdik oradan. İzmir Kız Lisesine giderdik. Yol, sabah akşam kalabalık olurdu. Başka zaman tenha olduğu için korkulurdu ve gidilmezdi. Fakat kalabalık olduğu için bir şey olmazdı. Yolumuzun üzerinde bir tabakhane vardı. Oradan burnumuzu tıkayarak geçerdik. Okula yaklaştığımızda dikenli bir yer çıkardı karşımıza; oradan da toplu olarak geçerdik. Yürüyerek giderdik, zaten yürünecek kadar kısa mesafeydi. Okul binamız çok güzeldi, bahçesinde nefis ağaçlar, çiçekler, güller, rengârenk… İki bahçıvan vardı. Birisi İbrahim ağabey. Korkardık, ödümüz kopardı. Çünkü çiçek koparttırmazdı; zaten biz de dikkat ederdik. Ortaokulun üçüncü sınıfında okul Karataş’a taşındı. Karataş’ta Erkek Muallim Mektebi vardı, orayı boşalttılar, bize verdiler. Karataş’taki okula iki kat merdivenle çıkılırdı; bahçesi Bahri Baba Parkı’yla birleşirdi. Önünde çok güzel çiçek tarhları falan, arkasında da çam ağaçları vardı. Arka tarafın bir kısmı yokuştu; oraya da da çam ağaçları dikmişlerdi. Biz öğle tatillerinde çam ağaçlarının dibinde oturur, dinlenirdik. Karataş’taki bina da çok güzel bir binaydı, fakat bahçesi Gündoğdu’daki kadar güzel değildi. Aşağıda tramvay yolu olduğu için, tramvay sesleri çok tatlı gelirdi bize. Üçüncü sınıftan itibaren orada okuduk. Ortaokuldaki müdürümüz Hilmi Bey’di. İyi bir insandı ama fazla temasımız yoktu. Daha sonra onun yerine