Leyla Karahan

Türkçeyle Yaşamak


Скачать книгу

dedi ki, “Benimle gel.” Öğretmenler odasına gittim. “Niye sen hiç parmak kaldırmadın bugün? Derse hazır olmaman mümkün değil, ama parmak kaldırmadın, dikkatimi çekti, bir üzüntün mü var?” dedi. Öyle deyince benim gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. “Niye ağlıyorsun?” diye sordu. “Hocam, bana dokuz vermişsiniz, onun için ağlıyorum” dedim. Hoca da “Yazını düzgün yazmamışsın, güzel yazmamışsın. Okumakta sıkıntı çektim, onun için bir numaranı kırdım, dikkatini çekmek için.” dedi. Bunun üzerine öbür hocalar, “Biz de birer not kıralım da şu güzel ağlamayı bir de biz seyredelim.” diye takıldılar bana. Hâlâ aradan uzun zaman geçmesine rağmen hatırlarım, ne kadar basit şeyleri gözümüzde büyütürdük o yaşlarda.

      – Çalışkan öğrencilerin özelliği Hocam, en yüksek puanı almak istiyorlar.

      – Hocanın benim bir numaramı kırması onuruma dokunmuş demek ki. Çünkü tarih dersini çok seviyordum, her zaman sevmişimdir tarihi. Tarihleri falan o kadar iyi bilirdim ki bazen hoca vazife verirdi. Ara sıra da lisedeyken belli konularda konuşmak için konferans niteliğinde konuşmalar yaptırırlardı son sınıf öğrencilerine. Tabii seçme öğrencilere. Onlardan bir tanesi de bendim. İki konuda konuşma yaptım. Bugün hangi konulardı hatırımda yok. Ama konuşmam güzeldi, derli topluydu, çok etkiliydi. Anladığıma göre hocalar üzerinde olumlu etki yapmıştı.

      – Hocam, lise bitirme sınavları var mıydı?

      – Vardı tabii. Çok sıkıydı o zamanlar. Mezuniyet sınavına girdik, bütün derslerden. Hem de olgunluk sınavına ayrı ayrı. Yani iki sınavımız vardı. Liseden mezun olurken iki diploma alırdık. Biri mezuniyet, diğeri olgunluk diploması. Hatta Amerikan Kolejindeki öğrenciler de bize gelirlerdi. Olgunluk sınavını bizde verirlerdi. O zaman Kız Lisesi çok kaliteli bir okuldu.

      – Hocam, ortaokuldaki, lisedeki arkadaşlarınızdan daha sonra başarılarıyla adını duyurmuş olanlar var mıydı?

      – Ortaokuldaki arkadaşlarımdan değil ama lisedeki arkadaşlarımdan vardı. Mesela Nermin Abadan (Unat) vardı. Nermin Abadan o zaman Macaristan’dan gelmişti. Türkçe bilmiyordu, bizim sınıfa geldi, yeni Türkçe öğreniyordu. Babası vefat etmiş. Annesi galiba bir prensesmiş ama kral soyundan, kraliçe soyundan gelme prenses değil. Prensesliğin nereden geldiği belli değil. Macaristan’da sefarete gitmiş. “Ben Türk’üm ama Türkçe bilmiyorum, Türkiye’ye gidip Türkçe öğrenmek istiyorum.” demiş. İzmir’e gelmiş. İzmir’de amcası varmış. Amcasının kızları da bizim okulda öğrenciydi ama öyle çalışkan falan değillerdi. Gösterişli kızlardı, derslerle pek alakaları yoktu. Yalnız Nermin çok çalışkandı. Türkçe konuşurken bazı kelimeleri hatırlayamaz, yüzü kızarırdı. Biz hemen söylerdik o kelimeleri. Çok iyi bir öğrenciydi. Sonra Mübeccel vardı. Mübeccel Belik (Kıray) sonra bizim fakültede sosyoloji profesörü oldu. Behice Boran’ın yanında doktora yaptı. Amerika’ya gitti, geldi. İzmir valisi Fazlı Güleç’in kızı Altıntaş, çok sessiz bir kızdı, fakat çalışkandı, arkadaşlarına karşı iyiydi. Yani öyle tepeden bakan bir hâli yoktu. Çok iyi arkadaşlık ederdik. Bir defasında dirseğinden yırtılmış önlüğe annesi yama yapmış. Okulda bazı arkadaşlar, aa, vali kızı yamalı önlük giyiyor, diye bir tuhaf bakmışlardı. Onun bir de ablası vardı Yıldız adında. Belki bir, bir buçuk yaş büyüktü bizden. O da bir üst sınıftaydı. Altıntaş bizim sınıfımızdaydı. Liseyi bitirinceye kadar beraber olduk. İstanbul’da üniversiteyi bitirmiş, evlenmiş, fen profesörü olmuş, Altıntaş Güleç (Büke). Güzel arkadaşlıklarımız vardı lisede.

      – Ortaokul ve lise kıyafetleriniz nasıldı?

      – Hatırımda kaldığına göre, lacivert kumaştan askılı bir eteğimiz vardı. İçine de beyaz bluz giyerdik. Kıyafetimi Urla’daki komşumuz Pakize Hanım dikmişti bana. Giydiğim zaman çok hoşuma gitti, ortaokula başlıyorum diye tabii.

      – Okulda şapka giydiniz mi hiç Hocam?

      – Giydik, kasket giyerdik. Ve o kasketi de hiç çıkarmazdık. Bazen müdürlerimiz, muavinlerimiz kontrol ederlerdi, kasket giyiyor muyuz diye. Lisede kıyafeti önlüğe çevirdik. Beyaz yaka takardık ve bir de siyah val çorap giyerdik.

      – Val çorap?

      – Val çorap, biraz ince çorap, ince siyah çorap. Diz üstü, ama öyle kilotlu çorap değildi, lastikle bağlanırdı. Hiç kimse renkli çorap giyemezdi ve zaman zaman kontrolden geçirilirdik.

      – Biraz da İzmir’den söz edelim. İzmir’i sevdiniz mi Hocam?

      – İzmir bambaşka… Çok güzel bir şehirdi. Bir kere büyük bir şehir, bakımlı bir şehir, evleri güzel. Hepsi değil ama bizim oturduğumuz evler güzel olunca ben ister istemez Nevşehir’le bir karşılaştırma yapıyor ve çok güzel buluyordum. Sokakta keten helvası satılır, dondurma satılırdı. İzmir’in çok güzel dondurması olurdu. O zaman dondurma da şimdiki usullerle yapılmazdı; dağdan kar getirirlerdi dondurmacılar. O karı pekmezle karıştırıp dondurma yaparlardı. Ama çok güzeldi. Güzel güzel dondurma şarkıları söylerlerdi. Biz de hevesle alır, yerdik. Yani çok nezih, çok gelişmiş bir bölgeydi.

      – Hocam, Nevşehir’de de karla pekmezi karıştırıp yerlermiş; böyle bir şey hatırlıyor musunuz?

      – Evet, ama ben yemedim.

      – İzmir’le devam edelim Hocam.

      – İzmir’de en çok sevdiğim şeylerden biri de peksimettir. Rahmetli babam peksimet getirirdi bize. Fırınlarda mis gibi kokardı o peksimetler, çok hoşuma giderdi. Ben ortaokuldayken beni alır, Kordonboyu’na, Bahri Baba Parkı’na götürür, gezdirirdi. Bunlar güzel bir hatıra oluyor insan için.

      – Siyasetle ilgilenir miydi aileniz?

      – Babam ilgilenmezdi. Ağabeyim de Serbest Fırka’yı beğenirdi. Hatırlıyorum, bir gün Serbest Fırka’nın kurucusu Fethi Okyar’ın resmini getirmişti. Serbest Fırka o yıllarda çok revaçta idi. Atatürk’ün isteği ile kurulmuştu. Ülkeyi tek partiden kurtarmak için herhâlde. Fakat biz çocuk olduğumuz için, politikayla fazla ilgimiz yoktu.

      – Hocam, Atatürk’ü gördünüz mü?

      – Maalesef hiç görmedim. Ben ilkokuldayken bir gün dediler ki Atatürk gelecek Urla’ya. İzmir’e gelmiş, Urla’ya da gelecek. Biz hazırlandık, onu karşılamaya gittik. Şimdi gelecek, şimdi gelecek diye beklerken ne oldu bilmiyorum gelişi iptal edildi. Biz de ağlayarak döndük evlerimize. Hiç karşılaşmadım Atatürk’le. O vefat ettiğinde on altı yaşındaydım; İzmir’deydik, lise ikinci sınıftaydım. Haberi aldığımızda arkadaşlarla hüngür hüngür ağladık. Dört beş arkadaş Keçecilerden gelirken, işin alayında olan birisi kahvenin önünde oturmuş, yanındakilere “Aa!”, dedi, “Sevsinler ne de güzel ağlıyor şunlar.” O kadar üzüldüm ki hem bizimle hem de Atatürk’le alay ediyorlar diye. Ne oldu bilmiyorum, ben arkadaşlardan ayrıldım, gittim adamın suratına bir tokat indirdim. Adam ne olduğunu anlayamadı ama yanındakiler de “Hak ettin.” dediler.

      – Çevrenizde Atatürk’ün ölümüyle ilgili ne gibi tepkiler vardı Hocam?

      – Çok büyük üzüntü vardı. Atatürk, İzmir’i Yunan işgalinden kurtarmış, İzmir’de ve memlekette her şeyi yoluna koymuş, yeni bir devletin kurulmasına ön ayak olmuş. Çok büyük hizmet vermiş memlekete. Böyle hizmet veren bir insana herkeste bir minnet duygusu vardı, bilhassa İzmir’de. Belki bazı yerlerde bunu kuvvetle hissetmezlerdi, fakat İzmir, Yunan mezalimine sahne olduğu ve çok büyük sıkıntılar çektiği için Atatürk’e bağlılık, İzmir’de çok daha kuvvetliydi.

      – Peki babanız görmüş mü Atatürk’ü?

      – Tabii,