not hazırlayacak hâli yoktu. Dedi ki “Bakın, burada bir arkadaşınız var, Zeynep. O çok güzel not tutuyor.” Sonra bana “Seni görevlendiriyorum notlarını hazırla, arkadaşlarına ver.” dedi. “Hocam” dedim “Ben kendime göre not tutuyorum, ben nasıl bunu arkadaşlarıma verecek şekilde yapayım?” “Olduğu kadar, onlar da hatırlarlar, dinlediklerini eklerler.” dedi. Hoppala başıma çıktı mı bir iş. Bunun üzerine oturdum, o notları güzelce tasnife tabi tuttum. Arkasından da herkesten 20-25 kuruş para toplayarak onları bastırdık. Şöyle 80 sayfalık falan küçük bir şey oldu. Üzerine de İbrahim Necmi Dilmen’in Ders Notları yazdık, onu dağıttık herkese.
– Sizde var mı o notlar Hocam?
– Bende de vardı kalanları. Arkadaşlara hep dağıttım tabii. Kalanları da herhâlde, bir yirmi beş otuz tane, DTCF’deki benim odamdaki dolaptaydı. Ben YÖK’e gittikten sonra o dolabı kullanan arkadaşlar, çıkartmışlar, lüzumsuz diye bütün hepsini kat temizlikçisine vermişler, çöpe attırmışlar. Şimdi elimde bir tane bile kalmadı. Ben İzmir’de hocalarımı ziyarete gittiğimde, edebiyat hocalarım İbrahim Necmi Dilmen’in neler okuttuğunu sorarlar, ben de bu notları gösterirdim. Yeni bir bilgi var mı diye merak ederlerdi. İbrahim Necmi Dilmen’i sık sık ziyarete giderdim Türk Dil Kurumuna. Yabancı Diller Bölümlerinden de öğrencileri vardı. Bana derdi ki “Ben bu çocukların yazılarını okuyamıyorum, gel oku.” Ben de imtihan evrakını okurdum, o kendisi notunu verirdi. Kenarları kapalı olurdu biliyorsunuz, kime ait olduğu bilinmezdi, sonra açılırdı. Bir defasında kâğıtlardan üçünü çok beğendi. “Bunlar kim acaba?” dedi. Kâğıtları açtık. Birisi Sabiha diye bir arkadaşın, diğeri de Orhan Şaik’in hanımı Ferhunde Gökyay’ındı. Hatta Ferhunde Hanım’a müjdeyi de ben götürmüştüm. Diğer kâğıt da onun arkadaşı Abide Çoratekin’indi. Abide Hanım’ın kocası hariciyeci, kendisi bir ortaokul müdiresiydi.
İbrahim Necmi, yanına gittiğimde bana kitaplar verirdi. Veled Çelebi İzbudak’ı onun yanında tanıdım. Hocanın hocasıymış. Biz böyle sınav kâğıtlarını okuyorduk. Geldi, ara verdik. Ben izin istedim. “Yok, yok otur.” dedi. Sohbet ediyorlardı. Veled Çelebi çok nurlu yüzlü, sevimli bir insan. Hafif sakalları vardı. Çok az da bıyığı… Saçları biraz ağarmaya başlamıştı. Tonton biri… Çok da nazik. İbrahim Necmi Bey, öğrencim diye tanıttı beni. O da bana takıldı. “İbrahim Necmi benim öğrencim, sen de onun öğrencisi. O hâlde sen de benim torun öğrencim sayılırsın.” dedi. Böyle bir sohbet faslı olmuştu. İbrahim Necmi Bey’e gittiğim zaman gayet hoş geçerdi zaman. Hatta akşamüzeri geç kaldığım zaman kendisi eve giderken arabasıyla beni de bırakırdı. Amcamın Kolej’in karşısındaki evine kadar bırakır, ondan sonra giderdi. İbrahim Necmi, Besim Atalay, Fuat Köprülü hem hoca hem de milletvekili idiler. Bir sene sonra bir karar çıktı, ya hocalığı ya da milletvekilliğini tercih edeceksiniz, dediler. Onlar da milletvekilliğini tercih ettiler, hocalıktan ayrıldılar. Yerlerine başka hocalar geldi. Ben de ara sıra İbrahim Necmi Bey’i Türk Dil Kurumunda ziyaretine giderdim.
– Hocam, fakültede başka hangi hocalarınız vardı?
– Abdülkadir İnan da çok değerli hocalarımızdan biriydi. Kendisi Başkurdistanlıdır. Başkurdistan, Sovyet idaresinde olduğu için Türk bölgeleri çok eziyet çekmişlerdir. Abdülkadir Bey, çocukluğundan itibaren iyi bir aile terbiyesi almış, önce bir dinî eğitime tabi tutulmak istenmiş, fakat kendisi istememiş bunu. Modern eğitim yapan bir okula gönderilmiş. Orada yetişmiş, daha sonra öğretmen okuluna gitmiş, orada altı sene okumuş, iki yahut üç sene de yüksek kısmını okumuş ve öğretmen çıkmış. Öğretmenlik yapmış. Zeki Velidi Togan’la beraber de uzun maceralar geçirmiş. Hayatına ilişkin kitapta bunlar uzun boylu anlatılmıştır. Togan’la İran ve Afganistan’a, oradan Hindistan’a, daha sonra da Marsilya’ya geçmiş; oradan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya gitmiş. Tabii sonra da Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’da Fuat Köprülü tarafından Türkiyat Enstitüsünde asistanlığa atanmış. Yetişme şartları bakımından fevkalade hazırlıklı bir insandı. Pek çok da çalışması vardı. O kadar asil, olgun, toleranslı, mütevazı bir insandı ki gördüğünüz zaman onun büyük bir ilim adamı olduğunu zannetmezdiniz. Özellikle folklor ve halk edebiyatı konularında bilgisi fazlaydı. Folklorun ve halk edebiyatının çeşitli konuları üzerine derinlemesine incelemeler yapmıştır. Literatürde pek çok eseri vardır.
– Size hangi dersleri verdi?
– Bize Doğu Türk Lehçeleri dersini verirdi. Kazakça, Kırgızca, Altay Sahası Lehçeleri, Abakan, Şor, Kızıl gibi yaşayan lehçeleri anlatırdı. Bir de Çağatayca okuturdu bize. Ayrıca Karahanlı Türkçesi ve Harezm Türkçesi üzerine de gayet güzel dersler vermiştir. Beni çok ilgilendirirdi onun dersleri. Banguoğlu milletvekili seçilerek fakülteden ayrıldığı için mezuniyet tezimi Abdülkadir Hoca’dan aldım. Hocam, Çağatayca’nın Çingiznâme adlı bir halk destanını bana mezuniyet tezi olarak verdi. Onun üzerinde çalıştım.
– Onunla ilgili anılarınız var mı Hocam?
– Abdülkadir Hocam, Dil Kurumunda çalışırdı. Ona Atatürk’ün emriyle özel olarak profesörlük verilmişti, fakat Atatürk’ün ölümünden sonra onun profesörlüğünü aldılar. Öğretim görevlisi yaptılar. Yine fakültede derslere geldi. O kadar olgun bir insandı ki makam mevki üzerinde duracak bir insan değildi Abdülkadir Hoca. Çok ilgilenirdi bizimle. O yıllarda Edebiyat Lisansı ve Dil Lisansı yapanlar diye bölümdeki öğrenciler iki kola ayrılmıştı. Ben Dil Lisansı yapan öğrenciler arasındaydım. Abdülkadir Bey bize, 8-10 öğrenciye kendi yazdığı metinleri verirdi. O zaman Sovyet Rusya’ya girip çıkma, kitap getirme imkânı olmadığı için hocanın o konudaki bilgileri çok işimize yarıyordu. Onun birikiminden yararlanarak Altay sahasındaki ve Sibirya’daki bütün Türk lehçeleri hakkındaki bilgileri ediniyorduk. Kazakçayı, Kırgızcayı ondan okuyor, öğreniyorduk. Bu bakımdan ben kendisinden çok yararlanmışımdır.
– Hocam, başka hangi hocalardan ders aldınız?
– Diğer bir hocamız da Suut Kemal Yetkin’di. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yapmıştı.
Profesördü. Zaten çoğu profesördü hocalarımızın. Suut Kemal Bey, Estetik hocamızdı. Estetik derslerine girmemizi Banguoğlu tavsiye etmişti. Hakikaten bir edebiyatçı için de dilci için de çok önemliydi bu dersler. Onun derslerine muntazaman devam ederdik. Haftada iki yahut dört saat ders yapardı. Ayrıca bizim için özel olarak Edebî Meslekler Tarihi dersi koydurdu. Klasisizm, realizm, romantizm vb. bütün edebî meslekleri okurduk. İyi anlatırdı ama monoton bir konuşma tarzı vardı. Edebî Meslekler başlıklı çok değerli bir kitabı çıkmıştı o yıllarda. Sonradan kitabı da aldık. Derslerinde not tutardım, onun için hiçbir sıkıntı çekmedim. Sene sonunda açık imtihan yapardı. Yazılıdan sonra sözlüye alırdı. Bütün öğrenciler bir sınıfta oturur, bizi teker teker çağırırdı. Üç kişilik bir sınav heyeti vardı. İnsan kalabalık öğrenci kitlesi arasında bayağı çekiniyordu, ya bilemezsem diye. Ben çok çalışırdım, severdim estetiği. İmtihana çağırdığı zaman bir iki kere kalktım gideyim diye, şöyle bir yekindim ve tekrar oturdum. Hoca benim yekindiğimi görünce beni çağırıp karşısına oturttu ve soru sordu. Şöyle bir başladım; oo, arkası geldi, geldi, geldi. İnsan hiçbir şey söyleyemeyeceğim gibi bir hisse kapılıyor. Fakat başladıktan sonra arkası geliyor. Bedrettin Tuncel de sınav heyetinde idi. Fransız Dili ve Edebiyat profesörüydü Bedrettin Tuncel. O da bir soru sordu, onu da anlattım, yarıda kestiler, tamam dediler ve tam not verdiler. O zaman tam not beşti. Sonradan ona çıktı. Ama diplomamda bu dersin adı unutulmuş, hâlbuki iki sene aldım ben bu dersi.
– Arapça, Farsça okudunuz mu?
– Evet, okudum. Farsçaya Besim