ile görüşürdük. Orhan Bey adında bir oğlu vardı. Bize akşam oturmasına gelirlerdi. Sonra Ankara’ya Ziraat Bankasına nakletti memuriyetini Orhan Bey. Ben Ankara’ya tahsil için geldiğim zaman hiç kimseyi tanımıyordum. Ara sıra Orhan ağabeye giderdim, Ulus’taki Ziraat Bankasına. Benimle ilgilenirdi. Ben de İzmir’den bir dostu, bir aile yakınını görüyor gibi olurdum. Başka da erkeklerle falan bir arkadaşlığım olmadı.
Üniversite Yıllarım ve Ankara
– Hocam, liseden sonra üniversite hayatınız başladı. O yıllarda üniversiteye nasıl giriliyordu?
– Liseden pekiyi derecede mezun olanları, hele olgunluk sınavı pekiyi olanları sınavsız alıyorlardı. Benim her iki mezuniyet diplomam da pekiyi olduğu için istediğim fakülteye hiçbir sıkıntı çekmeden girebilirdim. Bazı fakülteler derecesi düşük olanları imtihana tabi tutuyorlardı. Liseyi bitirdiğim zaman üniversiteye gitmem sıkıntı konusu oldu. Çünkü İzmir’de üniversite yok. Ya İstanbul’a ya Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Harp yılları, karartmalar vardı ve çok sıkıntılı bir dönemden geçiyorduk.
– Hangi yıldı Hocam?
– Yıl 1940. Ankara’ya geldim. İzmir’de Gazi Eğitim Enstitüsünün yazılı sınavına gireyim dedim, girdim ve kazandım. Yatılı için Ankara’ya gitmem lazım. Ankara’ya giderken de hocalarıma bir allahaısmarladık demek istedim. Çok severdim, onlar da beni çok severlerdi. Onun için hocalarımla vedalaşmaya gittim. Onlar bana Ankara’ya gidince bir çaresine bak da DTCF’ye gir, dediler. Gazi Eğitim Enstitüsü senin için az olur diye düşünüyoruz, dediler. Urla Belediye Başkanının kızı ve birkaç kişi daha sınavı kazanmıştı. Kalktık, dört kız Ankara’ya geldik. Ulus’ta Cihan Palas’a yerleştik. Gazi Eğitim Enstitüsüne gittik. İşlemimizi yaptırdık, sözlü sınava gireceğiz. Üç dört gün sonra sözlü sınav olacak. Ankara’da bir akrabamız vardı. Babamın halasının oğlu Dr. Ahmet Ali Bey. Daha önce bahsetmiştim size. Annem, babam, fırsat bulursan Ahmet Ali Bey amcana git, demişlerdi. Daha üç gün var sözlü sınava, bir ziyarete gideyim dedim. Kalktım, iş yeri olan Askerî Fabrikalar Genel Müdürlüğüne gittim. Gazi Eğitim Enstitüsüne çok yakındı. İlk defa görüşüyoruz. Kendimi tanıttım. “Aa, sen İzmir’den geliyorsun. Nerede kalıyorsun?” dedi. Otelde kaldığımı öğrenince, “Kızım sen nasıl otelde kalırsın, burada senin akrabaların var, seni hemen eve gönderiyorum.” dedi. Bana bir şey sormadan telefon açtı Hikmet yengeme. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, fevkalade bir hanımefendiydi. “Hikmet, bak İzmir’den bir misafirimiz var, sana gönderiyorum.” dedi. Bunun üzerine emir erini çağırdı, “Bizim misafirimizi eve götür, yalnız önce uğrayıp otelden valizini alın.” dedi. Biz apar topar otelden valizi aldık ve Ahmet Ali Bey amcanın evine gittik.
– Ankara’da nerede oturuyorlardı?
– Ankara Kolejinin tam karşısında İncesu’ya giden yolun başındaki ilk ev. 3 katlı bir ev. Bahçesinde havuz, çiçekler falan, arka tarafında da geniş bir bağ vardı. Sonra belediye onu istimlâk etti. Çok güzel bir evdi. Ankara’ya geldikleri zaman yaptırmışlar. Evde bir Zübeyde hala var, yaşlı anneleri. Büyük oğlu doktor yüzbaşı, Erzurum’a gitmiş, askerî doktor. Kızı Nezahat de ağabeyi ile birlikte oraya gitmiş. Alaattin adında yüzbaşı bir oğlu vardı, o da taşradaydı. Diğer oğlu benimle yaşıt olan Aslan, Harp Okulundaydı. O da dışarıda. Evde yalnız Ankara Kolejinin ilkokul üçüncü sınıfına giden Yurdakul adında bir oğulları, bir de evlatlık kızları var. Çok sevindiler benim gelmeme. Tamam, bizde kalırsın, yerimiz müsait, dediler. Ben çekindim, sıkıntı veririm diye. Israr ettiler; bunun üzerine orada kaldım. Amcama, Gazi Eğitim Enstitüsüne değil DTCF’ye gitmek istediğimi söyledim. O da “Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmek istemiyorsan kızım, şart değil. Babanlara kazanamadım sınavı der, kurtulursun. Seni yengen alsın, götürsün fakülteye kaydettirsin.” dedi. Aileme bildirdim. Fakat ailemden geri dön diye mektup geldi, hatta telgraf çektiler. Bunun üzerine amcam, yengeme dedi ki “Lütfen bir mektup yaz onlara, turşusunu mu kuracaklar bu kızın? Burada fakülteye devam etmek istiyor, devam edecek, göndermiyoruz.” O zaman da DTCF yeni açılmıştı. Böylece Gazi Eğitim Enstitüsünün sınavına girmekten vazgeçtim.
– Neden önce Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmeyi düşünmüştünüz?
– Yatılı olduğu için. Çünkü dışarıda hem maddi bakımdan sıkıntı çekeceğim, hem de harp yıllarında mümkün değil, çok zor; her taraf kapalı, karartma var. Neyse Hikmet yengeyle DTCF’ye kaydımı yaptırdım. Önce Felsefe Bölümüne kaydolmak istedim ama Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına edebiyattan girdiğim için o anda hadi edebiyat olsun dedim ve Edebiyat Şubesine kaydımı yaptırdım. Böylece fakülteye başladım. Yeni taşınmıştı binasına. Daha önce Evkaf Apartmanındaydı okul. Evkaf Apartmanı, Kemalettin Bey adlı bir mimarın eseri. Güzel bir bina. Atatürk emir vermiş, bunun bir kısmı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine ayrılsın diye. DTCF, Atatürk’ün emriyle çok özel maksatla kurulmuş bir fakülteydi. Evkaf Apartmanında 1936’dan 1940’a kadar kaldı.
– Nerede Evkaf Apartmanı Hocam?
– Ulus’a giderken Ziraat Bankası’na varmadan bir yol gidiyor arka taraftan. Gençlik Parkı’na bakan büyük bir apartman. Ziraat Bankasının arkasına düşüyor. Küçük Tiyatro’nun olduğu bina. Mimar Kemalettin yaptırmış. Çok güzel bir bina. Fakülteye 1936’da ilk girenler orada yatılı olarak kalmışlar.
– Siz yeni binasında başladınız üniversiteye.
– Evet, ben 1940’ta gittim. Fakülte yeni binasına taşınmıştı. Soğuk bir sonbahar günü gittim fakülteye. Yeni bina, yani şimdiki bina, o kadar güzel bir bina ki. Bir Alman mimarın eseri; Bruno Taut’un. Yepyeni bir bina. Koridor muşamba gibi bir şeyle kaplı. Yürüdüğünüzde yere bakınca neredeyse kendinizi görüyorsunuz, pırıl pırıl. Salonları büyük, çok çok büyük. Yukarıda üçüncü katta 347 numaralı büyük bir salon var. Sonradan ona Hamit Dershanesi adı verildi. İkinci katın sonunda 205 numaralı yine büyük bir salon daha var. Bina, her türlü ihtiyacı karşılayabilecek şekilde planlanmış. Hemen binadan giriyorsunuz, geniş bir mermer salon… Aşağıdaki büyük salona, Farabi Salonu adı verildi. Birinci katın sol tarafındaki geniş kütüphane, Umumi Kütüphane adını taşıyordu. Altındaki depo, kütüphanenin kitaplarına ayrılmıştı. Bizim bölümümüz ikinci kattaydı. Solda koridorun tam karşısında Türk Dili ve Edebiyatı yazan bir levha bulunuyordu. Kütüphaneden içeriye girdiğimiz zaman hemen sağ tarafta bir masa vardı, kütüphane memurunun oturması için. Ön kesiminde yeni yapılmış çekmeceli masalar yer alıyordu. Buralara öğrenciler kendi eşyalarını koyarlardı. Arkasında da şimdi Muzaffer Göker Salonu dediğimiz seminer kitaplığı yer alıyordu. Kütüphanede epeyi kitap vardı; özellikle başta Batılı yayınlar olmak üzere sık sık başvurulacak lüzumlu kitaplar, dergiler vb. Bizler boş zamanlarımızı kütüphanede geçirir ve bu kitaplarla ilgilenirdik. Ders yaptığımız 231 numaralı dershane, kütüphaneye en yakın olan dershaneydi. Dershane ile kütüphane arasında da büyük bir boşluk vardı ışık alması için. Buranın manevi havasının da çok etkileyici olduğunu kısa bir süre geçtikten sonra anladık. Tabii oraya gidince hemen ısındım. Bu şekilde fakülteye başladım. İlk geldiğimiz zaman bizi Tahsin Banguoğlu karşıladı. Daha önce fakülteye ilk gittiğimde duvarda sıra sıra ders programları vardı, baktım. “Aman Allah’ım, ne karışık.” dedim. Orada sakalı uzamış biri vardı. “Affedersiniz amca, bu programı nasıl anlayabilirim?” dedim. Bana açıklama yaptı. Derse girdiğinde o amca dediğim zatın Tahsin Banguoğlu olduğunu anladım (Gülüyor). İlk yıl Banguoğlu’nu gördükten sonra çok alıştık okula. Çünkü bölümü idare eden Banguoğlu’ydu.
– Hocam,