açık hava sinemasına giderdik. Tiyatro daha sonraki yıllarda vardı, konservatuvarda… Bilhassa Atatürk’ten sonra İsmet Paşa zamanında konservatuvar çok büyük bir önem kazanmış. O, muntazam temsillere gelirdi. Musiki Muallim Mektebinin devamı olan konservatuvarda müzik saatleri olurdu. İnönü onları hiç kaçırmazdı. Ayrıca çok güzel temsiller olurdu. Cüneyt Gökçer, hanımı, -daha sonra genç bir hanımla evlendi- diğer birçok zevat benim rahmetli eşimin arkadaşlarıydı, onları bu sayede tanımıştım. Anlatırlardı temsillere İnönü’nün geldiğini. Hatta ilk yıllarda temsillerde fazla seyirci olmayınca yoldan köylerine giden yolcuların merkeplerini bir yere bağlatıp salon dolsun diye onları salona sokarlarmış.
– Siz gider miydiniz konsere Hocam?
– Ben eşimle evlendikten sonra gittim.
– Öğrenciyken?
– Öğrenciyken yalnız temsillere giderdik, konserlere değil. Güzel eserler oynardı. Şimdi hangi eserler olduğu hatırımda kalmadı, ama çok ilgi gösterirdik, seyrederdik o eserleri. O zamanki sanatçılar isim yapmış kimselerdi. İyi yetişmişlerdi.
– Fakültede sırdaşım diyebileceğiniz, her şeyinizi anlattığınız bir kız arkadaşınız var mıydı?
– En iyi arkadaşım Rukiye Yanık’tı. Birbirimize çok yakın otururduk. Ablası dikişlerimizi dikerdi. Hemen her şeyi söylerdik, anlatırdık birbirimize. Başka, diğer arkadaşlarla da konuşurduk ama öyle senli benli değil.
– Sınıf arkadaşlarınızdan daha sonra bu alanda ilerleyen kimler vardı Hocam?
– Hasibe Mazıoğlu vardı. Sınıf arkadaşımdı. Çok iyi bir arkadaştı. Kayseri’nin Develi ilçesinden gelmişti. Çok çalışkandı. Fakat biraz hırslıydı, kimse kendisi gibi olsun istemezdi. Ben hiç oralı olmazdım. Gayet normal karşılardım, ama iyi arkadaşımdı. Bir başka arkadaşım Muazzez Görkey’di. Muazzez de Ahmet Ali Bey amcamların evinin yakınında otururdu. Ben amcamlarda kalırken, öğleleri onunla yemeğe evlerimize gider gelirdik, konuşurduk. Çok cana yakın bir arkadaştı. Ankara Kız Lisesinden mezundu. Mezun olduktan sonra orada hoca oldu.
Üniversitedeki Hocalarım
– Hocam, benim en çok merak ettiğim konulardan biri sizin fakültedeki hocalarınız. Hangi dersleriniz vardı, kimler gelirdi derslerinize, bu hocalarla ilgili intibalarınız nelerdi?
– Divan Edebiyatı dersimiz vardı. Abdülbaki Gölpınarlı gelirdi. Çok iyi ders anlatır, vecde gelmiş gibi konuşurdu. Kendisi Mevlevi idi. Yeşilimtırak bir elbise giyerdi, saçı beyazdı, ama ne sürerdi ne yapardı bilmiyorum yeşilimtırak bir renk olurdu. Elinde bir tespihi vardı. O da yeşildi. Elindeki amber tespihini derste dolaşırken koklatır erkeklere, hanımlardan da merak eden var mı diye sorardı. Biz çekingen bir şekilde hiçbir şey söyleyemezdik. Bizim iki arkadaşımız vardı Hukuk Fakültesinden. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne de kayıtlarını yaptırmışlar. Derste not alırlardı. Fakat Abdülbaki Gölpınarlı’nın hassas olduğu bir nokta vardı. Katiyen derste not tutulmasını istemezdi. Bibliyografya verir, o bibliyografyanın okunmasını isterdi. Bu arkadaşlar, Hukuk Fakültesindeki alışkanlıktan belki, not tutarlardı, hoca da not tuttukları için sinirlenirdi. Derdi ki “Yok mu Hukuk-i Âliler, yok mu Ziraat Fakülteleri, yok mu Veteriner Fakülteleri, yok mu bilmem şu okullar, bu okullar; siz niye geldiniz buraya, burada ne işiniz var?”. Nihayet bir gün arkadaşlar dayanamadılar, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Her derste bunu söylerdi. Onlar not tuttukça böyle çatardı onlara. Biz de üzülürdük arkadaşlarımıza. Hatta bölüm başkanına bile şikâyet ettiler. Bölüm Başkanı o zaman İbrahim Necmi Dilmen’di. Sonra onlar baktılar olacak gibi değil, terk ettiler bizim fakülteyi. Kendi fakültelerini bitirdiler. Hungarolojiden rahmetli Sami Özerdim de derslere gelenler arasındaydı.
Aradan yıllar geçti, benim doçentlik yıllarımdaydı herhâlde, Abdülbaki Gölpınarlı’yı Konya’da Mevlana Müzesi Kütüphanesine gittiğim zaman gördüm. Baştan aşağı beyaz bir gecelik giymiş, boynunda da aşıklar olur ya hani aşık kemikleri, onlardan bir dizi asmış. “Hocam, siz benim hocamdınız.” dedim. “Aa, öyle mi!” dedi, çok kibar davrandı. Unutmuş herhâlde. Yalnız o biz öğrenciyken bir ara hastalanmıştı, hastalanınca biz onu bütün sınıf uğurladık. Hastaneye gidiyordu İstanbul’a. Kalple ilgili miydi, başka bir şey mi hatırlamıyorum. Çok memnun olmuştu. Ondan sonra Divan Edebiyatına Necmettin Halil Onan ve Ferit Kam geldi.
– Necmettin Halil Onan nasıl bir hocaydı?
– Necmettin Bey bize Divan Edebiyatı okuturdu. Hocalık tarafı kuvvetliydi. Ayrıca idarecilik tarafı da çok kuvvetliydi. Ben İzmir Kız Lisesi’nden bilirim, orada müdürdü; herkes onu severdi. Çünkü çok dürüst ve adalete uygun hareket eden bir yöneticiydi. Fakültede önce Tahsin Bey (Banguoğlu) bölüm başkanıydı, sonra Pertev Naili (Boratav) Bey, Necmettin Halil ve Kenan Akyüz olmuştu sırayla. Necmettin Halil Bey bize gelmeden önce Yükseköğretim Genel Müdürüydü. Hasan Ali Yücel ona profesörlük verdi ve profesör oldu. Hakikaten layıktı profesörlüğe. Fakat fakültede bazıları yadırgadılar bunu, tepeden inme profesörlük olur mu diye. Hasan Ali, arkadaşı diye Necmettin Halil’e tepeden inme profesörlük verdi dediler. Ama benim için ölçü bu makama layık olup olmamasıdır. Necmettin Halil’den fevkalade memnundu bizim bölüm.
Necmettin Halil Bey bize derslerde metin okuturdu. Ben ve Hasibe bir de Muazzez ön sıralarda yer alırdık. Her zaman bizden başlardı; metinleri okurduk. Daha önceden tanıdığımız için bize karşı özel bir yakınlığı da vardı. Ben müdür bey, müdür bey diye hitap ediyordum. Bayramlarda evine ziyarete giderdik. Hanımı Ahter Onan da lisede benim Edebiyat hocam doğum yaptığında bir süre dersimize gelmişti; bu sebepten beni tanıyordu. Bu bakımdan hem kendisiyle hem eşiyle aramızda bir yakınlık vardı. Bir de dersi sevdiğimiz için kendimizi vererek çalışıyorduk. Necmettin Halil Bey’in şairliği var, biliyorsunuz. Dur Yolcu şiiri de çok meşhurdur. “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.” mısraları bizi çok etkilerdi. Cumhuriyet Devrinin heyecanını yaşardık o mısralarla. …
– Ferit Kam’dan neler hatırlıyorsunuz?
– Necmettin Bey’in hocasıymış Ferit Kam. O ara Ruşen Kam -Ferit Kam’ın oğlu- radyo evinde çalışıyordu. “Babam emekli oldu, yalnız şimdi çok sıkılıyor.” demiş. Bunun üzerine Necmettin Halil Bey onu aldı, getirdi, bize Klasik Edebiyat hocası yaptı. Yaşlıydı ama çok iyi bir hocaydı. Nedim Divanını, Nef’i Divanını, Fuzuli Divanını okuturdu. Çok nefis metin şerhi yapardı. Hatta o kadar ki mesela ders bitmiş, gidiyoruz; koridorun ortalarında aklına başka bir şey gelir, onu da söylemek icap eder; “Çocuklar durun durun, haydi sınıfa, unuttuğum bir nokta var, açıklamak istiyorum.” der, bizi tekrar sınıfa sokardı. Çok tatlı hâlleri vardı. Otobüsle gelirdi okula. Pırıl pırıl giyinirdi. Paltosunu çıkarırken üzerinde bit var mı diye bakardı. O yıllarda tifüs salgını vardı. Bazen takılırdı, “Bu mevsimde bizi bitlerle Hitler yedi bitirdi.” diyerek Hitler’e atıf yapardı. 1943’ten sonra gelmişti bize. Hasibe’yle bana hanım diye hitap ederdi. İlhan Başgöz’e de İlhan Efendi derdi.
– İbrahim Necmi Dilmen’den de bahseder misiniz?
– Bahsedeyim. Atatürk’ün çok yakınıydı, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu dolayısıyla. O da Güneş-Dil Teorisi’ne bağlı bir görüşe sahipti o yıllarda. Bize Modern Edebiyata gelirdi. Modern Edebiyat bilgisi fevkaladeydi, kitabı da vardı zaten eski harflerle. Derse yalnız biz değil yabancı dillerden, İngilizce, Fransızca, Almancadan öğrenciler gelirdi. Onlar için mecburdu Türk Dili ve Edebiyatı dersi. İbrahim