Leyla Karahan

Türkçeyle Yaşamak


Скачать книгу

Başkanınız kimdi?

      – Bölüm Başkanı İbrahim Necmi Dilmen’di. Banguoğlu daha sonra bölüm başkanı oldu. Banguoğlu bizi topladı, çok etkili bir konuşma yaptı. Bize bölümü tanıttı. Birinci sınıfta biz 18-20 kişiydik. İkinci sınıfa geçtiğimiz zaman yeni gelen öğrencilerle birleştirildik. 40 öğrenci falan olduk.

      Son sınıf öğrencisi iken 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı hazırlığında (En öndeki, 1944)

      – Hocam, Edebiyat Bölümlerinde genellikle kız öğrencilerin sayısı fazla. Sizin zamanınızda da böyle miydi?

      – Bizde de durum aynıydı. İki tane erkek vardı. İlhan Başgöz ve Karoly Biçkey. Karoly, Macar’dı, ama çok güzel Türkçe konuşuyordu. Başka bölümlere girmiş çıkmış, sonra bize gelmişti. Çok kafalı biriydi. Sınıfımızda kızlar fazlaydı. Bizim sınıfta Selahattin Olcay, İbrahim Gökbakar vardı. Gökbakar, Hacettepe’de ev komşumuzdu. Akşamları bize sık sık gelirdi. Sonradan öğretmen olmuş. Bunlar bizden küçüktü, ama bazı derslere birlikte girerdik. Baki Süha Ediboğlu, Mesut Cemil Tel de bize nazaran yaşlıydılar ama derslere yine birlikte giriyorduk. Suat Sinanoğlu’nun hanımı Necile (Sinanoğlu) Hanım, Meliha Ambarcıoğlu, Sabiha Küçük, Hasibe Mazıoğlu, Rukiye Yanık, Muazzez Görkey de bizim sınıftaydı. Bir ara Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel okula gelmiş, “Yahu burayı kız lisesine çevirmişsiniz.” diye takılmıştı. Kendi kızı da oğlu da oradaydı. Oğlu Can, Sinoloji’ye girmişti. Canan da başka bölümlerden birine girmişti. Ama çok aklı başında, sakin kimselerdi. Böbürlenmezlerdi. Canan, sonradan Sinoloji Bölümünden Muammer Eronat’la evlendi. Birçok bakanın kızı, oğlu bizdeydi. Daha çok da kızları… Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy Latincede idi.

      – Hocam, aileniz ne kadar harçlık gönderiyordu size Ankara’da öğrenciyken?

      – Bana ayda 10 lira gelirdi. Öğleleri bazen yemeğe gidemezdim eve, fakültede kantinden bir şeyler alıp yerdim. Yetiyordu. Ahmet Ali amcanın evinde kalıyordum zaten.

      – Amcanızın evi Kolej civarında olduğuna göre okula kolay gidip geliyordunuz herhâlde?

      – Yürüyerek gidip gelirdim. Yalnız şöyle bir durum vardı. Akşam 17.30’dan sonra lisan derslerine giderdik, İngiliz hocalar gelirdi dersimize. 17.30’dan 19.00’a kadar. 19.00’da çıkardık. Harp dolayısıyla her yerde karartma vardı. Bütün pencerelerin içi siyah perdelerle kapatılmıştı, dışarıya ışık sızmaması için. Çünkü düşman güçleri görür de Ankara’ya hücum ederler korkusuyla her yer zindan gibiydi. Ben Sıhhiye’deki Sağlık Bakanlığının önünden Kolej yoluna geçer, eve giderdim. Fakat amcam çok hassastı; “Kızım sen gelinceye kadar huzursuz oluyorum. Sen bana emanetsin. Balkonda karanlıkta seni bekliyorum.” derdi.

      – Hocam, biraz da özelinizden söz edelim. Makyaj yapar mıydınız üniversitede?

      – Hayır yapmazdım. Çünkü Şevket Aziz Kansu dekandı, maazallah ellerimize oje falan sürülmesine bile karşı çıkardı. Çok dikkat ederdi. Zaten makyaj yapmak için benim yüzüm elverişli değildi, çok renkliydi o yıllarda. Bana ortaokul, lise yıllarında al yanaklı kız derlerdi. Zannediyorum üniversitede de bu bir süre devam etti. Hiç unutmuyorum… Orhan Şaik benim rahmetli eşimin Malatya Lisesinden hocasıydı. Konservatuvara müdür olmuş. Onun hanımı Ferhunde Hanım, Dördüncü Ortaokulda İngilizce hocasıydı. İbrahim Necmi’nin Modern Edebiyat derslerine devam ederdi, beni eskiden tanırdı. Biz evlendikten sonra evimize gelirlerdi. Eşim dolayısıyla ahbaplığımız arttı. Bir gün “Zeynep o yanaklar ne oldu, nerede kaldı?” dedi. Demek ki ben farkında değilim, çok renkli bir kızdım. Sonradan renk menk kalmadı.

      – Nasıl giyinirdiniz Hocam? Etek boyunuz nasıldı?

      – Kısa etek giymezdim. O zaman herhâlde diz altındaydı etekler. Evlendiğim sırada manto yapılmıştı, boyu dizin altında. Daha sonra etekler uzayınca o kısa geldi, başka bir kürkle ek yapmak zorunda kaldım. Birkaç defa etek boyları değişti. Üniversitedeyken Rukiye diye bir arkadaşım vardı. Bulgaristan göçmeniydiler. Elbiselerimizi onun ablası Esvet abla dikerdi. Bana, Rukiye’ye ve Coğrafya Bölümünden Türkân diye bir arkadaşımıza… Elbiselerimiz bazen bir örnek olurdu. Bir bordo elbisem vardı, cepleri sarı işlemeli.

      – O yıllarda hazır giyim yaygın değildi.

      – Evet, yaygın değildi. Hatta bir mantoluk kumaş almıştım, iyi bir terziye denk gelmediğim için rezil oldu mantom. Hazır giyim de pek yoktu, dışarıdan bir şey alınmıyordu. Şimdi hemen hemen hiç kimse terziye gitmiyor, hazır alıyor. Zamanla gelenekler, alışkanlıklar çok değişiyor, bugünün şartlarına ayak uydurmaya çalışıyor insanlar.

      – Saçlarınız nasıldı Hocam?

      – Saçlarım ilkokulda uzundu. Yengem, ağabeyimin hanımı sabahleyin tarardı, iki tane örerdi, ucuna da kurdele takardı. Ben onu öne alırdım, ucu kurdeleli giderdim. Ortaokulda öyleydi, lisede de öyle. Hatta bir defasında İzmir Kız Lisesinde Başmuavin Hayriye Hanım dedi ki: “Zeynep, bu saçları kessem ne olur?” Ben de “Çok istiyorum Hocam ama annem babam uzun saçı çok seviyorlarmış, o yüzden izin vermiyorlar, ben de çok rahatsızım bu hâlden.” dedim. Sonra bir ara ısrar ettim herhâlde, saçlarım kesildi, ama berbere gitmezdim. Ağabeyimin hanımı evde makası alır, keserdi. Ankara’da berbere gittik birkaç defa.

      – Peki Hocam, erkek arkadaşınız oldu mu üniversitede? Flörtünüz?

      – Hayır, hiç olmadı. Yalnız Nevşehirli birisi vardı, adı Sabri. Bizde talebeydi. Flört etmeye yanaşırdı, ben yüz vermezdim. Arkadaşlarım derlerdi ki seninki geldi. Bende olumlu etki bırakmış bir insan değildi.

      – Üniversitenin ilk yılı Ahmet Ali Beylerde kaldınız. Daha sonra?

      – İkinci sene Ahmet Ali amcamın Erzurum’daki oğlu, kızı geldiği için ailem dedi ki artık onları rahatsız etmeyelim, onlara ağırlık vermeyelim. Bunu üzerine bana bir oda tutuldu, Aile Bahçesi tarafında. Annem de yanıma geldi. Aile Bahçesi, Hamamönü civarında bir semtti. Annemle beraber oturduk ve o şekilde bitirdim fakülteyi.

      – Ankara’dayken İzmir’e sık gider miydiniz?

      – İzmir’e sömestir tatillerinde gidiyordum. Beş on gün kalıp geliyordum. Gitmediğim de oluyordu.

      – Hocam, o yılların Ankara’sı nasıldı?

      – İzmir yemyeşildi. Güzel bir şehir, çok gelişmiş bir şehir. Ankara’ya baktım; ağacı yok, yeşilliği yok, kara kara. Trende geliyorum, dedim ki; bu kara kara topraklarda insanlar nasıl oturur, nasıl yaşar? Yadırgadım. Fakat içinde yaşamaya başladıktan sonra Ankara’yı sevdim. Çünkü fakülteden çıkıp da Atatürk Bulvarından Kızılay’a geliyorsunuz, Kızılay’dan sonra iki tarafa yayılıyor evler. Kolej tarafında oturan insanlar İstanbul’dan aktarma insanlar. Merkezî hükümet olması dolayısıyla İstanbul’dan buraya gelen çok entelektüel bir zümre vardı. Ankara’ya kişilik verirdi bu sakinler. Benim amcama misafirler gelirdi, Harp Okulu komutanının hanımı falan. Başka ahbapları da gelirdi. Gayet olgun, fevkalade ince, zarif insanlar. Bunları gördükçe insanın fikirleri değişiyor.

      – Ankara da bağ evleri olurmuş, siz onları bilir misiniz?

      – Eskiden Çankaya’nın tepesinde bağ evleri vardı. Dikmen’de bağ evleri vardı. Benim yengemin kardeşi Ömer Ulu, askerî mühendisti. O bağ evlerinde bir yer tutmuştu. Sinemaya falan gidecekleri zaman bize gelirlerdi. Küçük çocukları vardı, onları anneme bırakırlar, beni de alıp yazlık sinemaya giderlerdi, gece on ikiye kadar. Ondan