Leyla Karahan

Türkçeyle Yaşamak


Скачать книгу

otururlardı, masallar, hikâyeler, kader tutmalar (Şose kenarında bu otomobil geçerse ne olacak, şu geçerse ne olacak gibi…) vesaire… Zamanlarını değerlendirmek için herkes eline dantelini alır, nakışını alır otururdu.

      – Siz de yaptınız mı hiç el işi; nakış, örgü falan?

      – Ördüm, kazak ördüm. Ama evde yengem vardı, daha çok onlar örüp bana veriyorlardı, giydiriyorlardı. Daha sonra da yapmadım böyle işler.

      – Belli yaşlarda böyle şeylere hevesleniyoruz ama bir müddet sonra o heves gidiyor Hocam.

      – Öyle, yani bir de zamanın gereği olan bazı şeyler var. Bakıyorsunuz bir zaman moda olmuş, üzerine düşüyor, yapıyorsunuz. Aradan zaman geçtikten sonra tavsıyor, heves kaçıyor, ondan sonra da yapılmıyor. Başka şeyler geçiyor onun yerine. El işini daha çok annem yapardı. Annem bir dantele başladı Urla’da, hiç unutmuyorum, neymiş ben evlendiğim zaman oda takımı hazır olacakmış. Bir buçuk karış genişliğinde oda takımı danteli… Sanırım iki buçuk üç yılda tamamlandı.

      – Çeyizinize de mutlaka koymuştur anneniz.

      – Maalesef bana kısmet olmadı yaptıkları. Ağabeyimin küçük kızı Nigâr’a verildi. Çünkü ben istemiyordum öyle sedirli falan evleri. Selanik’te Atatürk’ün evini gezmeye gittiğimde oradaki dantelleri görüp pişman oldum. Atatürk’ün evinde ne güzel halı yastıklar, danteller vardı. Onları gördüm ve dedim ki hiç kıymet bilmiyoruz. Bizim evimizde de olacaktı ama ben sediri ne yapayım, koltuk alırım, istemem, dedim. Bunun üzerine -o sırada yeğenim evleniyordu- yeğenime çeyiz olarak veririz, dedik. Sonra İstanbul’a yeğenim Nigâr’ın evine gittiğim zaman gördüm, öyle güzel olmuş ki oda. Nigâr, “Bak hala, sana yapıldı, bana kısmet oldu.” dedi. Misafir odasına koymuş yastıkları, süslemiş. Bayağı imrendim oraya gittiğimde. Keşke vermeseydim, diyecek hâle geldim. Annem hazırlarken ben gülerdim, ne yapacağım bunları diye.

      – Şimdi onlar çok değerli ama.

      – Eskiler çok değerli. Zamanı geçti, modası geçti diye bırakıyoruz. Hâlbuki güzel yapıldığı zaman her şey hoş olur. Annem üç sene uğraştı onu yapmak için. Daha sonraki yıllarda benim evleneceğime yakın, yatak takımına, yastıkların etrafına falan dikmek için küçük danteller ördü. Hatta yaz tatillerinde ben de ördüm, hâlâ onlardan bir kısmı duruyor. Nişanlandıktan sonra da ördüm. Efendim, şimdi artık geçti modası. Her şey zamanında gerek, biliyor musunuz?

      – Onları da mı dağıttınız?

      – Onları ablama verdik. Ablam içinden seçmiş beğendiklerini; beğenmedikleri kalmış. Ben de bir kısmını Ankara’ya getirdim. Evlendiğim zaman misafir odasındaki koltukların üzerine örtü yapmıştım. Evlendiğimde artık öyle sedir medir yoktu. Koltuklar ve üstlerinde de annemin sandığından aldığım çevreler vardı. Kocaman bir bohçanın içinde bir sürü çevre…

      – Hocam, Urla’da insanlar neyle geçimlerini sağlarlardı?

      – Urla’da çoğu kimsenin bağı vardı. Yazın herkes bağa gider, bir tek fert bulunmazdı. İlçenin içi bomboş olurdu. Yalnız memur aileleri, on-on beş memur ailesi kalırdı. Ticaretle uğraşan dükkân sahipleri, esnaflar olurdu. Sessizlikte bütün her yerde cırcır böceklerinin sesi duyulurdu.

      – Urla’da bağınız var mıydı?

      – Bağımız vardı ama biz oranın yerlisi olmadığımız için bağı kira ile tutmuştuk. Biz de yazın bağa giderdik.

      – Bağ uzak mıydı Hocam?

      – Biraz uzaktı. Arabalarla, eşeklerle, atlarla falan gidilirdi bağa. Herkesin durumuna göre. Fakat bağlar şenlikti. Sanki bütün Urla halkı bağa göçmüş gibi olurdu. Orada çardak yaparlardı mersin dallarından. Bizim de iki çardağımız vardı. Birisinde annem, babam, ben yatardık, diğerinde de ağabeyimle yengem yatardı. Ayrıca bir de bağ damımız vardı, taştan yapılmış. Bağlar şenlikli olurdu. Canlı, hareketli. Akşamları domuz gelmesin diye bütün bağ sahipleri ellerine bir çomak alırlar, bir de teneke alırlar, boyuna teneke çalarlardı. Çünkü gece domuzlar bağları harap ederdi. Üzümlerin olmasından sonra domuza karşı bağları, teneke çalarak korurdu mal sahipleri. Akşamları bütün insanların ellerinden sopa ve teneke eksik olmazdı.

      – Hocam, topladığınız üzümü ne yapardınız?

      – Zamanı geldiğinde kuruturduk. Benim babam ticaretle uğraştığı için bütün oradaki bağcılara üzerine üzüm sermek için özel hazırlanmış gri renkte kalın kâğıtlar verirdi. Ayrıca birtakım kimyevî maddeler ve ilaçlar da satardı. Üzümler ilaçların katıldığı sulardan geçirilerek ve o kalın kâğıtlara serilerek kurutulurdu. Üzüm de Nevşehir’de falan olduğu gibi hemen koparılıp kurutulmak üzere serilmezdi. Onun bir usulü vardı. Potasyumla, kükürtle birtakım ilaçlar yapılır, ona bandırılır, o şekilde kurutulurdu. Efendim, babam tüccar olarak onları toptan sattığı için bilirdik. Kükürt, potasyum vs. bağcılara verilirdi. Bağlara iyi bakılmazsa floksera hastalığına tutuluyor, bağlar da hiç mahsul vermez duruma geliyordu.

      – Hocam pekmez yapar mıydınız?

      – Hayır, Urla’da kimse pekmez yapmaz. O, Nevşehir’de yapılırdı; Nevşehir’de yerleşmiş bir âdetti.

      – Babanızın bağcılara ilaç vs. sattığını söylediniz. İşleri iyi miydi babanızın?

      – Evet, ticaretle uğraşırdı babam. Önceleri işleri iyiydi. Çiftçiler, bağcılar babamdan ilaçları alırlardı krediyle. Babam ve ağabeyim çiftçiye kredi açıyor, veresiye veriyor, mevsim sonunda mahsulü aldıktan sonra paralarını alıyorlardı. Babam bu yüzden bir defasında da iflas etti. 1932-34 senelerindeydi herhâlde… Bağlara floksera hastalığı geldi ve bütün bağları kastı kavurdu. Bir yıl hiç mahsul vermedi. Sonra altmış yetmiş bağcıya kredi açtı babamla ağabeyim. Mahsul olmayınca o sene paralarını alamadılar. İkinci sene de çivi çiviyi söker kabilinden, dediler ki biz şimdi kredi vermezsek çiftçi çok kötü durumlara düşer. Böylece ikinci sene de kredi açtılar, ikinci sene de hiç mahsul olmadı. Babam çok büyük zarar gördü. İnanır mısın o kadar müşkül durumda kaldılar ki… Alacaklarını peyderpey aldılar. Bir kısmından çok az aldılar, bir kısmından hiç alamadılar. Üç beş bağcıya değil, altmış yetmiş bağcıya kredi açınca çok büyük sıkıntı oluyor. Ve ondan sonra iş değiştirmek zorunda kaldı babamla ağabeyim. Biz Urla’dan İzmir’e taşınınca İzmir’de başka bir işe başladılar. Kesekâğıdı imalathanesi açtılar; bakkallara, manavlara, bütün ticaretle uğraşanlara kesekâğıdı sattılar. Öylece kendilerini kurtarabildiler. Ben de İzmir’de devam ettim, tahsile. Önce annemle ben gitmiştim. Bu iflas olayından sonra babamlar da geldiler. Başka bir ev tuttuk, daha büyük bir ev tuttuk.

      – Urla’yla ilgili başka hatırladıklarınız var mı Hocam?

      – Urla’nın sosyal durumuyla ilgili şunları da söyleyebilirim. Benim zamanımda Urla’da ve İzmir’de, Rumeli’den, özellikle Kavala’dan gelen göçmenler vardı. Onlar mağazalarda çalışırdı. Daha çok kadınlar… Mağazalar, bildiğimiz alışveriş yapılan yerler değil. Üzüm, incir ve tütün işleyen küçük fabrikalar. Mesela Aliotti mağazası vardı, çok meşhur. Galiba Aliottiler Yahudiydiler. Bu mağazalarda yüksek ve 40-50 metre uzunluğunda tezgâhlar ve kenarlarında kadınların oturacağı yerler vardı. Tezgâha paçallarla üzümleri getirip döküyorlardı.

      – Paçal ne demek?

      – Büyük çuval… Kadınlar tezgâha dökülen üzümlerin bozuklarını ayıklayıp kasalara