vurmuş” diyorlar. Demin içeride olanlar, buna öfkelenen babanın asabîliği ya, dedi.
Abay babasının “darağacına asmak” derken ki ayazlı soğuk yüzünü anımsadı. Bir süre sessiz durdu, kaşlarını çattı, sertçe iç çekti ve arkasını dönüverdi. İç çekişi, hasta bir bedenin zorlanan iniltisine benziyordu. Annesinin evine doğru yöneldi. Jiyrenşe, başka bir şeyler konuşmak için arkasından seslendi. Fakat Abay vedalaşır gibi sağ elini kaldırarak sol omzunun üstünden Jiyrenşe’ye kısa bir bakış atarken de ses vermedi. Öylece gitti…
Gelininin yeni ısıtıp getirdiği kurutulmuş yoğurtla pişirilen konuk köjesini16 arada sırada yudumlayarak oturan Kodar:
– Güzelim! Kamka! Bugün Cuma değil mi, diye sordu.
– Cuma! Mezar başına gidip, Kur’an okuyup dönsek ya, diyen Kamka iç çekerek “Tanrı’nın kudreti işte, bu gece oğlunuz bir başka girdi düşüme” dedi.
– Kusursuz Allah! Allah, diyen Kodar da cüsseli gövdesine büyük gelen ve onu tam ortadan ikiye bölen derdi ortaya döktü: “Hey gidi yüce Tanrım! Düşle teselli eder hemi!” deyiverdi. Bu gece, Kutcan’ı, bir tanecik merhum evladı kendi düşüne de girmişti. Fakat Kamka eskiden olduğu gibi görülen düşü dayanak bilirdi. “Düşünü söylesin. Çocuğun gönlü bütünüyle boş kalacağına bununla avunsun” diye düşündü ve “hayra tebdil olsun” diyerek gelinini dinlemeye başladı. Gelini:
– Tam uyanıkmış gibiydim, evin önüne gelip attan indi, aceleyle, neşeyle girdi içeri: “Babam ve sen niye ağlıyorsunuz, niye feryat ediyorsunuz? Beni gerçekten öldü mü sanıyorsunuz? Ben geldim işte… Ölmüş değilim. Yapma Kamka! Gözünü açsana!” dedi ve bir şekilde acımı dindirdi, dedi.
O sırada Kamka’nın da Kodar’ın da gözlerinden dökülen sessiz yaşlar salya sümüğe karışarak oluk oluk akıyordu.
Ölüm sessizliğindeki evin kapısına yakın bir yerde oturan Kamka’nın kulağına dışarıdan bir vızıltı sesi geldi. Bununla birlikte birkaç defadır, şimdiki gibi sabah saatlerinde, Kamka’nın kulağına böyle vızıltı sesleri geliyordu.
Kanı kaçarak apak bozarmış yüzünü evin başköşesinde oturan kayın babasına doğru döndürerek dikkatlice dinledi. İki gözü yaşla dolmuş, ağlamaktan ağzı burnu kızarmıştı. İncecik yüzündeki yeşil damarlar fark edilebiliyordu. Onun dışarıdan gelen sese dikkat kesildiğini gören Kodar:
– Şınğıs’ın yamaç rüzgârı ya, güzelim, dedi.
– Vızıltısı da neyin nesi?
– Ahırın tepesi açılmış. Onun da eskimişliği yetmez mi? Deliklerden başını çıkaran eski kamışlar var. Kahrolası rüzgâr esince vızıltı yapıyor, dedi.
Biraz sonra ikisi de dışarı çıktı. Yeteri kadar eskimiş olan tek kiyiz ev, yapayalnız, küçücük, eski cızıltılı ahırın duldasına sığınmış gibi duruyordu. Etrafta ne kışlık bir dam, ne bundan başka bir kiyiz17 ev, ne de diri bir can yoktu. Kendisinin göçecek aracı olmayınca hiç kimseden yardım da istememiş, kışlık damdan göçmek için harekete de geçmemişti…
Önceden oğlu araç getirir, “biçare gibi yatacak mıyız?” diyerek babasını heveslendirir, halkın çoğu ovaya göçse ovaya yaylaya göçse yaylaya eklenirdi. “Mal doyumu, iş yoğunluğu” diye hesaba girmezdi. Deyiver, tam genç olduğu için zahmetten kaçınmaz gibiydi. O zaman Kodar, kendisi de; “en kötü ihtimalle süte talim ederiz, birinden azıcık süt sağar içeriz” der ve halkın peşinden gitmelerine karşı gelmezdi.
Bu yıl ise “akrabalar bilmez mi, oğlum öldü ya” dedi. Onların kendiliğinden bir iyilik yapmasını umar gibi araç istemek için birilerinin kapısına gitmeyi kendisine layık görmedi.
Kamka da, Kutcan’ın toprağı kurumamış kabrini azıtıp, onu yalnız bırakıp, “yayla var, seyran var” diyerek gitmek istemedi. Gece gündüz dökülen gözyaşı ile inleyen dertliler, evin merteğini kara toprağın bağrında bırakıp gidecek dermanı da kendilerinde görmedi.
Bunlarda “mal” denecek hayvan da azdı. Bu kışlağın etrafındaki otları birazcık olsun yaz kış yemişlerse de dağ eteğindeki ot tümseklerinin görünüşünü dahi bozamamışlardı. Tek evin elindeki malın tamamı; hepi topu yirmi otuz koyun ve keçi ile oğlaktan oluşan davar sürüsü ve bir tane buzağılı sığır ile iki danadan oluşan büyükbaş idi. Bu mala bakmalık bineği ise bir tanecik konur at! Kutcan’ın konur atı…
Oğlu öldükten sonra Kodar, kış günü, bu halkın içine sonradan giren ve herkesin yanında ücretli çalışan bir ihtiyarın yeğeni olan Jempeyis’i yanına almıştı. Jempeyis’in hanımı da, çocuğu da, evi de yoktu. Hayatı düzen görmemiş bir biçare idi.
Kodar, Kutcan için Kur’an okumaya gelen Jempeyis’e derdini dökmüş, “iki yarım bir bütün edelim. Kime güveneceğiz? Omuz tıpışlayıp gün görelim” demiş ve onu yanına almıştı. Şimdi varı yoğu bütün hayvanlarını konur atla yayıp getiren bu Jempeyis idi.
Malda endişeleri, evde işleri yoktu… Bu kederli iki insan, ömrünün kalan vaktini geçiren bir yaşlı ile derdinin acısını çeken bir biçare olarak aheste adımlarla yürüye yürüye gönülsüzce mezar başına gitti.
Pırıl pırıl parlayan Mayıs günü bir başkaca nurlu ve sükûnetli görünüyordu. Gökyüzünde sadece pamuksu ufacık ak bulutlar göze çarpıyordu. Bu mevsimde çevredeki yazı ile tepeciklerin tamamı alabildiğine yeşildi. Her yer kısa ve fazla uzun olmayan türden sık ve yoğun yem bitkileriyle kaynıyordu. Gelincik, safran, düğün çiçeği, kardelen gibi çiçekler canlanıp etrafı sarmış; kızıl, sarı, mavi renkleriyle yemyeşil otlar arasından fışkırıyordu. Ses çıkararak uçan kelebek gibi çok renkli, nice türlü sevimli böcekler bile onlara yaşama sevinci veremiyor, bir an olsun yüzlerini gülümsetemiyordu.
Sabahları her zaman Şınğıs’a doğru esen yamaç rüzgârı huzur verici serinlik hâlinde idi. Şimdi de güneşin sıcaklığını hafifletiyor, rahatlatıcı küçük bir esinti gibi üfürüyordu. Fakat bu yaraşırlılık, bu tazelik kimler içindi?
Elbette bunları gören ve varlığını fark eden herhangi birinin rahatı, herhangi birinin mürüvveti, herhangi birinin sefası için olabilirdi. Bütün bunlar sadece bu iki karalı için yoka denkti.
Bunların önünde, sadece, küçücük yeşil tepeciğin kıble tarafındaki uzun taşı tek başına duran münzevi yeni mezar vardı. Gözleri de, gönülleri de ordaydı.
İlkbahar mevsimi, Kutcan’ın, daha geçen yıl bu dönemlerde, gülüp eğlenerek yaşadığı sağlıklı günlerindeki diri olduğu zamanları hatırlatıyordu. Hatırlattıkça da yeniden dalgalanarak gelen kasvete boğuyor, adeta yüreğin üzerine safra ve zehir dökülür gibi oluyordu…
Kodar iri yapılı, altmışına yeni giren, saçı sakalı ağarmış bir yaşlı idi. Yalnızlık ile bu yaslılık omzuna bastırmasa hayatın bunu çökertecek gücü yok gibiydi.
O, gençliğinde mızrakçı bir batırdı. Bu yaşına kadar haysiyetini kirletecek fenalıklardan da uzak yaşamıştı.
Kadı kim, halk kim, bahtına mest çılgın kim? O, hiçbirini de bilmezdi. Kendi hayatı ve kendi evinin işiyle uğraşır, kendi yoğurdunu yer, gün geçirirdi.
Evden çıkmaz, herhangi bir konuşmaya ve dedikoduya karışmazdı. O yüzden, uzaktakiler bir yana,