Zamira Öztürk

Türkistan'da Dil Politikası


Скачать книгу

Milleti oluşturmanın ana yapısı olarak kabul edilse de dilin bu gecikmiş ıslahı farklı etnik gruplar arasında kabul görmemiştir.

      Milliyetçilik fikrinin Balkanlarda geniş bir nüfuz alanı kazanması ve yaygınlaşması, Osmanlı İmparatorluğu içindeki etnik grupların bağımsızlık isteklerini artırmıştır. Osmanlıcılık fikrini sona erdiren ise 31 Mart Olayı12 olmuştur. Devlet kademelerinde görev yapan gayrimüslimlerin zamanla ulusal kimliklerini korumalarının önündeki engellerin kalkması ve aidiyet duygusunun azalması toplumsal bütünleşme ve kaynaşmayı imkânsız hâle getirmiştir. Tanzimat reformları da istenen, hedeflenen Osmanlı ulusunu yaratmada yetersiz kalmıştır. Bu çabaları takiben, Balkan Savaşları neticesinde de Osmanlıcılık fikrinden vazgeçildi (Durgun, 2014, s. 150; Kuran, 1992, s. 221). Hatta Osmanlıcılık fikri daha sonra Türk millî kimliğinin oluşumuna zarar verdiği gerekçesi ile Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi aydınlar tarafından eleştirilmiştir13 (Demir, 2011, s. 343). Bu eleştiriler de zamanla, bir Türk kimliği yaratma amacıyla Türk diline önem verilmesinin yolunu açmıştır. Bu kapsamda, Türk dili ve Türkçülük anlayışı arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bu süreçten sonra Osmanlı devlet adamları ve aydınları kurtuluş çaresi olarak Türkçülüğü ön planda tutmaya başlamışlardır.

      1908 sonundan itibaren özellikle Rusya’dan gelen Türk aydınları, İstanbul’da dernekler kurarak Türkçülük çalışmalarına başlamışlardır. 1910 yılında başlayan “Yeni Lisan Hareketi” de Genç Kalemler Dergisi vasıtasıyla Türkçülük yapmaya çalışmıştır (Oba, 1994, s. 207).

      Osmanlıcılık hareketine karşı başlayan bu tutum da genel hatları ile Türkiye’de Türk dilinin ve dolayısıyla Türkçülüğün gelişmesi sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde özellikle bir sadeleşme ve toplumu millî şuur ve dil anlayışı ile birleştirme ve kimlik yaratma çabaları ön plana çıkmıştır.

      Zamanla Türkçeye, Türk tarihine, Türkçenin kardeş dillerine karşı duyulan ilginin artması gerçek benlik üzerindeki tartışmaları alevlendirmiştir. Tartışmalar esas itibariyle Osmanlıcılar, İslamcılar ve Türkçüler arasında yoğunlaşmıştır. Bunun sonucu olarak da hangi hürriyetin diğerlerinden önce geleceği ve kabul edileceği ve dilin tabiatının tayin edilmesi meselesi ortaya çıkmıştır. Bu aslında hem kendini tanıma hem de imparatorluğun gerçek kimliğini ortaya çıkarma meselesidir. Bu itibarla, dil meselesi konusundaki tartışmaların çoğu başlangıç noktası olarak dilin millî kültürün temeli olması fikri etrafında birleşmekteydi. Bu sebeple, dil münakaşaları milletin kendisini muhafaza etmesi için dilin korunmasını ve teşvik edilmesini vurgulamaktadır (Kushner, 1979, s. 95-96).

      Bu konuda Şemsettin Sami14 şöyle demektedir:

      “Her bir kavim ve ümmet, büyük olsun, küçük olsun, kuvvetli olsun, zayıf olsun manevi varlığını sağlamlaştırıp kuvvetlendirmeye çalışmalıdır. Kavmiyet ve ırk bilinci işareti, esası bütün fertlerin eşit olarak ortak malı, söylediği lisandır. Bir lisanı konuşan halk, bir kavim ve bir ırk teşkil eder. Bundan dolayı ırki varlığını temin etmek isteyen her kavim ve ümmet en önce lisanını düzeltmeye, yoluna koymaya, ilerletmeye, kelime ve kaidelerini, özel taraflarını tespit etmeye ve tahsilini teşkil ile mükemmeliyetine hizmet edip, ilim, fen ve muhtelif sanatlara ait kitaplarla ve klasik sayılmaya değer seçkin edebi eserlerle zengin etmeye borçludur” (Şemsettin Sami’den Aktaran: Kushner, 1979, s. 96).

      Bağımsız bir Türk milleti kavramının giderek yerleşmesi ve yaygınlaşması, dilin de artık Türkçe olarak adlandırılması fikrini doğurmuştur. Sağlam bir Türkçenin inşa edilmesi ise dil yapısının, kelime hazinesinin, imlasının ve telaffuzunun orijinal Türk kalıplarına uygun olmasını gerekli kılmıştır. Çünkü Türk kimliğinin korunması için Türklerin gerçek dilini koruması ve teşvik etmesi büyük bir öneme haiz olarak kabul edilmiştir. Hatta bu konuda gösterilecek bir zayıflık, tembellik ya da ihmal “mahv-ı millet” ile eş tutulmuştur (Kushner, 1979, s. 97).

      Bu itibarla, Türk kimliğinin özümsenmesi ve millî şuura dönülmesi hareketinin yaygın bir kabul gördüğü Osmanlının son döneminde Türk millî bekasının tesisi için tümden bir dil reformuna ihtiyaç olduğu fikri ortaya çıkmıştır.

      Dilde reformu savunanlar, yeni millî edebiyat için daha kucaklayıcı olduğunu düşündükleri İstanbul Türkçesini temel olarak kabul etmişlerdir. Eski Türkçeyi canlandırmak ya da Çağatayca’yı seçmek ise ihtimal dışı tutulmuştur. İstanbul Türkçesinin temel alınması gerektiği Şemsettin Sami tarafından “İstanbul Türkçesini Türkçenin kreması ve çiçeği olarak kabul etmemizi gerektiren şey onun yapısı, telaffuzu, inceliği ve deyimlerin zarafetidir” şeklindeki sözü ile de vurgulanmıştır (Kushner, 1979, s. 114-115).

      Özetle, Osmanlı Devleti’nde süre giden dilde reform ve diğer kimlik modellerinin rekabet edememesi ile öne çıkan millî kimlik modeli resmi ulusçuluğun doğmasını sağlamıştır. Bu bakımdan denilebilir ki Osmanlı yönetiminin Türklüğe yakınlaşması dil sayesinde olmuştur. Bunun yanında 1876 yılında ilan edilen Kanuni-i Esasi içerisinde yer alan ve Türkçenin önemini ortaya koyan maddeler de bu bakımdan dilin ulus inşasındaki rolüne ilişkin verilen çabalara güzel bir örnek oluşturmaktadır.15 Kanun-i Esasi içerisinde yer alan ve devlet işlerinde Türkçenin hâkim kılınmasını amaçlayan maddelerde uzun yıllar etnik grupların bir arada yaşadığı devlete bir Osmanlı kimliği kazandırmanın yolu Türkçenin hâkim dil statüsü kazanmasında aranmıştır.

      Bundan hareketle, millî kimliğin tekrar keşfedilmesinin ve esas başlangıç noktasının 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın dönemecinde az sayıda insanın bir ideal çevresinde birleşerek düşünmeye başladığı an olduğu söylenebilir (Georgeon, 2006, s. X). Türkoloji’nin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişme kaydetmesi Osmanlı aydınlarının Türkçenin imkânlarını keşfetmelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca bu döneme Türk dilinin sadeleştirilmesi çalışmaları, Türk dil bilgisi kitaplarının ve sözlüklerin basılması çalışmaları da hâkim olmuştur (Yıldırım, 2014, s. 78). Millet tanımı yapılırken de dilin nasıl bir önemi olduğuna dair söylemler de geliştirilmiştir. Bu konuda, Ziya Gökalp’ın millet tanımı dilin önemine vurgu yapmaktadır. Gökalp’a göre millet, “aynı dili konuşan, aynı eğitimi almış ve din, ahlak ve estetik ülkülerinde birleşmiş insanların oluşturduğu bir topluluk- kısacası, ortak bir kültüre ve dine sahip insan grubu” dur (Ziya Gökalp’tan Aktaran: Heyd, 1950, s. 60). Bu itibarla Gökalp, toplumsal kimlik ve dil arasında bir bütünlük kurmaktadır. Gökalp, bu ortaklaşmayı “daha beşikten ninnilerle başlayan dil sevgisini vurgulayarak anlatır: Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiatça müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep olan zümredir” (Ziya Gökalp’ten Aktaran: Kösoğlu, 2002, s. 210). Buna göre, Türkçülüğün kültürel anlamıyla milliyetçiliğin başlıca etmeni haline gelmesi, dilbilimsel Türkçülüğün konuşma diline yakın bir şekilde basitleştirilmesi ile gerçekleşmiştir (Karpat, 2004, s. 207).

      Türk Dil Devrimi, Dil Politikaları ve Ulusal Kimlik

      Siyasi çatışmalar, parçalanma, yenilgiler, askeri darbeler, meşrutiyet yönetiminin denenmesi ve Anayasa’nın askıya alınması ve en nihayetinde I. Dünya Savaşı’nın sonuçları… Yaşanan türlü olaylar, toplumsal değişimler, savaşlar, yetişen nesiller, evrilen dünya… Bu şartlarda büyüyüp gelişen bir ulus bilinci… Nihayetine ulus olma bilincinin tarih sahnesinde tutunmak için genel geçer bir kurtuluş çaresi olduğu düşüncesinin