Yakup İsmail

Kestaneler Altında


Скачать книгу

de seviyorum seni Semra. Hem de çok!” diye cevap verdim. Nasıl diyebildim bu sözleri hala bilemiyorum. Ondan sonra daha ne kadar dans ettik, öğrenci yurduna ne zaman toplandık, bir şey hatırlamıyorum. Hepsi hala rüya gibi. Hatırladığım bir şey varsa o da Bedri’nin lakırdıları. Bir ara masaya yine oturmuştuk.

      “Size bir havadisim var kızlar. Haberiniz olsun, Hayri bir gün sonra “Şafak” gazetesinde işe başlıyor.” dedi.

      Bu defa darılmadım, tebrikleri sakin sakin kabul ettim.

      Bedri’nin dediği gibi bir aşk ilanı yüz gram viskiden daha çok sarhoş ediyor insanı…

      Gazetede birinci ve ikinci iş günleri için de birkaç satır kaydetmek istiyorum.

      İlk iş günü Başmuharririn yanına vardığımda yeni yılı kutlama heyecanından, yeni yıl yorgunluğundan eser kalmamıştı artık. Kapıdan girdiğimi görür görmez diğer personeli odasına topladı ve beni takdim etti. Artık başlamış olan 1984 yılında daha büyük başarılar, sağlık, bahtiyarlık diledi hepimize. Sonra gazetenin yeni sayısının hazırlanması ile ilgili birkaç tavsiyede bulundu. En sonunda da elime bir dosya tutuşturdu:

      “Köy muhabirlerimizden bayağı mektup toplandı. Oku, münderecatlarıyla tanış. Hangisi işe yarayacak, hangisi yaramayacak, ayır. İşe yarayacak olanlara birer birer yer veririz gazete sayfalarında. Yaramayacak olanlara kısaca cevap yazarsın neden yer veremeyeceğiz diye.”

      Sonra komşu odaya gittik ve çalışma masamı gösterdi.

      “Oda arkadaşınızla evvelden tanışıyorsunuz’, değil mi?”

      “Tanışıyoruz tabii.”

      İki saat içinde mektupların hemen hemen yarısını gözden geçirmiştim ki, oda arkadaşım önündeki kâğıt ları çekmecesine topladı ve dedi:

      “Dinlenme zamanı geldi, gidip birer kahve içelim, orada da biraz vakit geçirelim.”

      Gittik. Kahvelerimizi alıp uzak bir masaya oturduğumuzda:

      “O kadar acele etme,” dedi. “İki saat içinde dosyayı yarı yaptın. Çalışmaya böyle devam edersen öğleye kadar bitireceksin. Öğleden sonra aylak mı duracaksın? Bir şey yapmadığını gören meslektaşlar ‘Yeni işçi aylak duruyor, ona ne ihtiyacımız var?’ diye düşünmeye başlayacaklar hemen.”

      Dediğim gibi evvelden tanışıyorduk onunla. Vazifesi gazete sayfalarında tarihi hadiseleri aksettirmek. Yani sorumlu olduğu köşenin adı ‘Tarihte Bugün’ idi. Geçmişte bugün, bu hafta ne gibi mühim hadiseler olmuş, anılması gereken herhangi bir yıldönümünü gazete sayfalarında anmak için yazı tedarik ediyordu. Bu son tavsiyesi ciddi miydi, yoksa şaka tarzında mı, anlayamadım.

      “Ne bileyim ağabey, dedim Başmuharrir bu iş için bana vade kesmedi ama yarın başka vazife çıkarsa, bugünkü iş yarıda kalmış olmaz mı?”

      “Haftada üç sayı hazırlıyoruz. Her sayıda beş veya altı muhabir yazısına yer veriliyor. Sana her gün on beş on altı mektup gelecek. Onların üçte biri ya istifade edilir ya edilmez.”

      “Anladım.”

      “Gazetede yer verilmeyen yazılar için hazırlayacağın cevap üç, bilemedin dört satırlık olsun. Hepsine uzun uzadıya eleştiri yazmayacaksın ya…”

      “Yavaş yavaş işin içine girerim Halim ağabey. Meslektaşların arasında olan münasebetlere gelince…”

      “Yavaş yavaş öğrenirsin.”

      Ötesini getirmedi. Sade gözlerimin içine baktı derin derin. Doçent’ in buraya işe başlamama çekingenlik göstermesi meslektaşların arasındaki bazı münasebetlere bağlı değil miydi acaba?

      İkinci gün de öyle geçti. Öğleye doğru Başmuharririn odasından bir dosya daha geldi. Bunlar bu sabah gelen muhaberelerdi. Oda arkadaşımın tavsiyelerine bakmayarak her iki dosyayı da okuyup bitirdim. Bana göre iş yapacak olanları bir tarafa ayırdım. Onların içinden de beş tane en iyisini seçtim. Onları önümüzdeki sayıya girmelerini teklif edecektim.

      Kahve zamanı gelince yine büfedeydik. Bu defa yanımıza edebiyat sayfası sorumlusu da geldi, oturdu:

      “Nasıl, alışıyor musun?”

      “Dün bir, bugün iki. Hala her şey karanlık.”

      “Alışırsın, alışırsın. Sınavlar ne durumda?”

      Anlattım.

      “İyi. Benim sayfayı unutma hem. Zaman bulduğunda bir öykü hazırlamaya bak. Elimizde olsun. Bazen seyrek de olsa kısılıp kalıyoruz. Öyle an geldi mi hemen salarız.”

      Bu defa “iyi” demek bana düşmüştü. İş yerine dönerken koridorda kolumdan çekti:

      “Gel odama kadar. Dün bir şiir geldi mektupla. Sen de oku.”

      Gittim. Çekmeceden bir kâğıt çıkardı.

      “Enteresan bir şiir. Yollayanı gıyaben tanırsın. Sizin taraftan değil, şiirlerine sık sık yer veriyoruz gazete sayfalarında… Hem dikkat et, yanındakine pek açılma. Ağzı pek sıkı değildir. Tavsiyelerine her zaman kulak asma.”

      Bir şey anlamamış gibi ona doğru baktım kaldım ama o arkasını getirmedi. Yanı başındaki dosyayı önüne çekti ve kağıdın birini okumaya başladı. Ben de odama çıktım.

17.01.1984

      Yavaş yavaş işin içine girmeye çalışıyorum. Oda arkadaşım arada sırada bazı tavsiyelerde bulunuyor. Bana yardımı az değil.

      Baş muharrir dikkat ayrılması gereken yıldönümlerini, çeşitli hadiselere hasredilmiş günleri ve haftaları anarken gelecek ayda arıcılar gününü de aksettirmemiz gerektiğini kaydetti. Laf arasında babamın arıcı olduğunu andım. O da Halim ağabey de ilgiyle baktılar bana doğru.

      “Yani arıcılıktan anlıyorsun?’ diye sordu Başmµharrir.

      “Birazcık.”

      “O zaman arıcılar haftası münasebetiyle yayınlayacağımız yazıyı sen hazırlayacaksın.” dedi. Ben de kabul ettim.

      Kahveden toplanırken Edebiyatçı sordu:

      “Geçenlerde verdiğim şiiri beğendin mi?”

      “Evet. Gazetenin sayfalarında yer verecek misin?”

      “Yakında.”

      Şiirde Bulgaristan’da Türk dilinde yaratılan edebiyatın son senelerde gördüğü kısıtlanmalarla ağaç dalında olmak üzereyken kurumaya yüz tutmuş bir elmaya benzetiliyordu. Bu bir hakikat idi ama böyle bir şiire gazete sayfalarında yer vermek için cesaret gerekiyordu…

18.02.1984

      Başmuharrir işimden memnun. Gazeteye her gelen mektubu geciktirmeden okumaya ve gereken cevabı vermeye çalışıyorum. Verdiğim cevapları şimdilik doğru buluyor.

      Bu sabah kahveye gitmeden önceydi. Oda arkadaşım önündeki kağıda bir şeyler yazmaya devam ederken sordu:

      “Dün sabah kitapçılara ‘Faşizm’ diye yeni bir kitap salmışlar, haberin oldu mu?”

      “Hayır, işitmedim. Neden sordun? Çok mu ilginçmiş?”

      “Dün sabah erken erken satışa salmışlar. Satılan satılmış, satılmayan nüshalar bu gece raflardan toplanmış.”

      “Neden? Kusurlu muymuş yoksa?”

      Arkadaşım kalemi elinden bıraktı, bana doğru baktı: “Anlamıyor musun? demek ki, münderecatı bizim idarecilere yaramıyor.”

      Bu haber beni iyice ilgilendirdi.

      “Başlığına