hep misafirlerimizle ilgilenip duruyorlarmış. Neredenmişler, niçin gelmişler, annemin mi hısımlarıymış, yoksa babamın mı… Hatta aşağıdaki mahalleden Hafize nine bile sormuş. İki elinde iki değnek, beli dört kat bükülmüş, kulakları güya hiç işitmiyor ama o bile ne zaman, nerede görmüş, kimden işitmiş misafirimizin geldiğini, annemi sokak ortasında durdurmuş ve pek güzel kız, herhalde bizim Hayri evlenmiş, annesine gelin getirmiş diye geçirdim aklımdan, demiş.
Misafirler üçüncü gün akşam otobüsüne bindiler. Bizimle birlikte durağa kadar annem de geldi. Yerlerine oturdular ve otobüs tam kalkıyordu ki, Semra açık duran kapıya geldi ve kimsenin duymayacağı şekilde kulağıma fısıldadı:
“Yazdıklarını kimseye gösterme. Ama kimseye!”
Yüzünde bayağı bir ciddilik vardı. Hemen sonra otobüs çekildi ve arkasından bakakaldım. Ne demek istiyordu? Neden böyle ciddi bir tavırla tembihliyordu beni? Bu tembihin manasını bir türlü anlayamamıştım… Otobüsün ardından hayli bir zaman bakmış olacağım ki, yanı başımdan bir ses geldi:
“Kuşlar uçup gitti mi Hayri? Kaldın mı yalnız?” Baktım. Bizim komşulardan biri.
“Misafirim vardı, Hasan ağabey.” dedim.
“E, bugün misafir, yarın gelin. Bir defa gelmiş, gene gelir. Ama ikinci defa geldiğinde kaçırma. Salma!”
“Okul arkadaşlarım Hasan ağabey. Uzaklardan. Bizim buraları görmeyi merak ettiklerini söylüyorlardı ikide bir.”
“Evet, evet.”
Hem sigarasına asılıyor hem uzaklara bakıyor, hem de bıyık altından gülümseyip duruyor. ‘Ah Hasan ağabey, ah Hasan ağabey. Ne şeytansın sen, ne şeytan!’ dedim içimden ve şakalarına devam edemesin diye sordum: .
“Ne var ne yok? Gençler bu sıcaklarda tütün toplamayı yetiştirebiliyorlar mı?”
“Tütün onların. İster başarsınlar ister başarmasınlar. Benim işim ayrı. İki inek bana yetiyor da artıyor. Zaten işte o iki ineğin hatırı için bir parça ekmek koyuyorlar önüme.”
“Ya aldığın emekli maaşı? Onun hatırı yok mu? Hep daha sen onlara yardım ediyorsun galiba?”
“Ne yapacaksın. Şimdi yeni, kanun çıkmış Hayri.”
“Nasıl kanun?”
“İhtiyarlar ölünceye dek bakacaklar oğullarına, oğullar da kendi oğullarına. Geride olan nesillere doğru dönüp bakmak yok.”
“Sen uydurmuşsun bu kanunu Hasan ağabey!”
“Ben değil, hayat. Şimdiki devrin kanunu bu.”
“..............?!”
Hiçbir şey anlamamış gibi gözlerine baktım. Ciddi ciddi duran yüzünde şaka, alay izi aradım, fakat bulamadım.
“Gel Hayri, gel de şu lokanta taraçasında birer kahve içelim seninle.”
Gittik, oturduk. Kahveler gelir gelmez başladı: “Hayri, sana bir hakiki masal anlatayım.” “Anlat Hasan ağabey.”
“Leylekler, bilirsin, başka yerlerde yaşar. Buraya sadece yavru yetiştirmeye gelirler. Bir yıl leylek yine gelmiş, yuvasını tamir edip yavru yetiştirmiş. Bütün yaz onlarla uğraşmış. Beslemiş, büyütmüş, onlara uçmaya öğretmiş. Güz gelince yine uzak yol görünmüş. Koca leylek yavrularını arkasına takıp yola çıkmış. Uça uça denizin kenarına varmışlar. Yavru leyleklerin kanatları hala iyice kuvvetlenmediği için dururmuş. Baba leylek onları arkasına birer birer alıp denizden geçirmesi gerekiyormuş. Birincisini almış ve çekilmiş. Suyun ortasına geldiğinde sormuş: ‘Ee, oğlum, seni bütün yaz besledim, büyüttüm. Bu hale getirdim. Şimdi de kanatların sağlam olmadığı için arkama alıp sudan geçiriyorum. Gün gelip ihtiyarladığımda sen de beni böyle taşıyacak mısın?’ ‘Evet, baba. Taşıyacağım, taşımaz olur muyum?’ diye cevap vermiş yavru. Leylek baba usulcacık bir tarafına eğilip yavru leyleği arkasından indirmiş. Geri dönüp ikincisini almış. Suyun ortasına geldiğinde aynı soruyu ona da sormuş. Ondan da aynı cevabı almış. ‘Evet baba. Seni arkama bindireceğim ve denizden geçireceğim.’ Leylek baba onu da usulcacık arkasından indirmiş, yine geri dönmüş. Üçüncüsünü de denizin ortasına kadar götürdükten sonra aynı soruyu ona da sormuş: ‘Oğlum, kanatların daha sağlam değil, denizi uçarak geçemiyorsun. Onun için de arkama aldım seni. Gün gelip uçamaz olduğumda sen de beni böyle arkana bindirip denizin diğer tarafına geçirecek misin?’ Üçüncü yavru leylek ne cevap vermiş, biliyor musun?’
“Ne cevap vermiş?”
“Hayır baba, ben seninle uğraşamayacağım. O zaman benim yavrularım olacak, onları taşımam gerekecek!”
Üçüncü yavru doğru cevap vermiş. Doğru cevap verdiği için de baba leylek yoluna devam etmiş ve onu denizin diğer tarafına geçirmiş. Birinci ve ikinci yavru yalan söyledikleri için ve baba leylek onları cezalandırmış.”
Bu hikâyeden sonra Hasan ağabeyle hayatın çeşitli kuralları üzerine uzun uzun konuştuk. Ayrılırken kulak dolusu haykırdı:
“Hem bu akşam otobüs yanında dediklerimi unutma!”
“Hangi dediklerini?”
“Bir gencin omzuna kuş bir defa konar, en çok iki defa. Üçüncü defa konsun diye bekleme, hiç umut etme. Delikanlılık babayiğitliktir ama bir zamana kadar!”
Ah şu Hasan ağabey. Boşu boşuna Şakacı Hasan dememişler. Lafı döndürür dolaştırır, usulcacık bir şaka salmadan olamaz. Ama ben de kalkıp evleneceğim en nihayet. Evleneceğim en nihayet ki, komşular konuşup durmasınlar.
Artık tütünü kolayladık. Olgun yapraklar iyice azaldı. Yanma tehlikesi şöyle dursun, her gün toplamak bile icap etmez oldu. Yeni yetişen yaprakların olgunlaşması için beklemek gerekiyor.
Baş muharrir yardımcısının tütün istahsilinde çalışan ve bu işle hane geçindiren gençler için teklif ettiği röportaj kafamda olgunlaşmış gibiydi. Oturdum ve yazdım. Yazdım ama Semra’nın tembihleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Nedendi bu tembih, bir türlü anlayamıyordum.
Tatil sonu artık ufukta görünmeye başladı. Okul arkadaşlarımı da çok özlemiştim. Hele de Semra’yı…
Röportajı bugün gazeteye postaladım.
Dört günlük bir ara verdikten sonra olgunlaşan tütün yapraklarını toplamaya devam ettik.
Sabah erken, tan yeri ağarırken tütün tarlasının yolunu tuttum. Babam ve annem atı arabaya koşuncaya kadar biraz yürümek istiyordum. Hava tertemiz. Hoş ve hafif bir yel esiyordu. Etrafı nefis bir tütün kokusu sarmış. Köy içinde kuru tütünün kokusu, kırlarda olmaya yüz tutmuş olan yaprakların kokusu. Köyün alt tarafından geçen Kapandere boyundaki çalılıklarda ötüşüp duran bülbüller gece konserine son vermek üzere. İçimde bir hafiflik, bir hoşluk var. Kırların temiz havasını soludukça biraz daha dinçleşir gibi oluyor insan.
Tarlaya girdim ve sıranın birini önüme kattım. Kafamda başka bir makale dolaşıyor. Bu defa ana dilimizin temizliği için yazmak istiyorum. Yeni yetişen öğrencilerimiz ve okulu artık terk etmiş olan gençlerimiz son zamanlarda öyle bir dilde konuşuyorlar ki, değme gitsin. Bazı sözleri yerli yersiz kullanmak, cümlelerin yıkıklığı, yumuşak sesleri sert telaffuz etmek, vurguyu olur olmaz yere koymak en küçük kusurlardan sayılır. Kullandıkları sözlerin yarıdan fazlası yabancı. Yabancı sözleri Türk dili gramerine uydurmak, Türkçe sözleri yabancı dil kaidelerince kullanmak… Bütün bunlar hem gülünç hem acınası haller…
Hem