Yakup İsmail

Kestaneler Altında


Скачать книгу

edecek!”

      Semra’yı bu akşam yemekhanede bekledim. Umut ettiğim vakitte Seniha ile birlikte geldiler. Yemekten sonra kahve içmeye gittik. Seniha kahvesini çabuk çabuk içti ve bizi yalnız bıraktı. Az sonra biz de kalktık ve Kestaneli sokakta Kartal köprüye doğru yürüdük. İkimiz de susuyorduk. Çoktan beri zihnimi kurcalayan soruyu en nihayet sordum:

      “Semra, bizim köyden ayrılırken kulağıma bir şeyler fısıldamıştın, hatırlıyor musun…”

      “Evet, hatırlıyorum.” dedi.

      “Sebebini bugüne kadar anlayamadım.”

      “Yazdıkların gizlice okunuyor. Anlayamayacak ne var?”

      “Kim olabilir? Bedri’yle yaşıyorum. Artık dördüncü yıl. Ondan başka kim yapabilir bu işi?”

      “Bilmiyorum.”

      “Sen nasıl anladın?”

      Durdu. Gözlerimin içine baktı.

      “Sorma. Çok rica ederim. Bununla ilgili hiçbir şey sorma. Otobüse binerken tembihlemem seni çok yakın bir dost hissetmemin ifadesi değil mi?”

      “Teşekkür ederim.”

      “Sabırlı ol. Zamanı geldiğinde bu konuyu ben açacağım sana. Ama rica ederim bütün yazdıklarını daha gizli bir yerde tutmaya çalışsan iyi olur.”

      Bir dakika sonra bu ciddi konuşmadan eser bile kalmamıştı yüzlerimizde. Çok tatlı, çok şen konuşarak akşam gezisine devam ettik.

      25.10.1983 Rila dağlarındaki ziraat kooperatifinde on dört günlük işten döner dönmez Doçent gene aradı. Gittim. “Bayağı bir iş bitirdiniz mi?” “Evet.” “Nasıl geçti iş günleri? Her şey normal miydi?” “Evet. Neden sordunuz?” “Yolsuzluk falan olmadı değil mi? Şenlikler, yarış, akşamları ateş başında şarkılar, türküler, oyunlar…?” “Tam öyle.” “Gazetenin Baş muharriri sordu seni geçen günler. Görmek istiyormuş. Söyledim nerede olduğunuzu. Döner dönmez onun yanına uğramamı istedi. Bugün gitsen iyi olur.” Gittim. Doçent gibi o da bayağı şen karşıladı. O da iş zamanında günlerin nasıl geçtiğini sordu. Ona da aynı cevabı verdim. “Otur ve derhal bir röportaj yaz. Erken kalkmalarınızı da yaz, aranızda geçen yarışları da. Akşamları ateş başında geçen saatleri de yaz, oyunları, şarkıları, şakaları da. Köylülerin sizden duydukları memnuniyeti de yaz, ufak tefek yolsuzluklar var ise, onları da. Yaz işte… Gazetede üniversite öğrencilerinin günlük hayatına da yer ayıralım arada sırada. Ama bu defa acele tut, konunun “aktüelliğini kaybettirme!” Son sözleri söylerken bıyık altından bayağı bir gülümsedi. “Ne kadar acele?” diye sordum. “İki, üç, bilemedin dört gün!”

28.10.1983

      Defteri üç gündür açıyorum, dakikalarca bakıyorum ona. Nereden başlayayım diye sorup duruyorum kendi kendime. Nereden başlayacağımı bilemeyince de defteri kapayıp masadan kalkıyorum. Hakikatte ise yazacaklarım var. En nihayet bugün katiyen yazacağım dedim ve yazmaya başladım.

      Birinci, Başmuharririn istediği röportajı hem zamanında hem de büyük bir kolaylıkla hallettim. Daha ilk akşam oturdum ve şunun şemasını bari hazırlayayım dedim. Şema oldu olmadı derken münderecatını işlemeye başladım. Başmuharrir yaz işte, yaz da yaz demişti ya. Öyle bir şey oldu. Uykum dağılmıştı. Ben de yazdım da yazdım. Rila dağlarının eteklerinde bulunan köyde geçen günler gözümün önüne dizilivermişti. Yorucu işi de yazdım, şen şakrak geçen günleri de, köyde kalmış ve kooperatifin her işini yüklenmiş olan ihtiyarlarla yakınlığımızı da. Götürdüğümde Başmuharrir bir solukta okudu ve memnun bir sesle:

      “İyi. Güzel bir röportaj olmuş. Derhal salacağız,” dedi, İkinci, Başmuharririn yaptığı yeni teklif bana bomba gibi geldi. Yeni yılın başında gazetede daha bir iş yeri açılıyormuş ve o, bu yere beni münasip görüyormuş. Daha bir şeyler konuştu ama şimdi bir türlü hatırlamıyorum. Beklenmedik teklif karşısında her halde dilim tutulmuş kalmışım. Kendimi toparladığımda dikkatimi çeken şey ikimizin de susmasıydı.

      “Eee? Bir şey de edin?”

      “Ne diyeyim. Benim için beklenmedik bir teklif. Başarabilecek miyim acaba?”

      “Düşün taşın. Danışacağın kimse varsa danış. Kararını verdiğinde gel ve bana bildir.

      Üçüncü, Doçent’ in tutumu. Gazetenin yayınevinden çıktığımda aklıma gelen ilk düşünce Başmuharririn teklifinde mutlaka Doçent’ in de parmağı olmasıydı. O ise meseleyi anlattığımda bambaşka bir tavır aldı. Daha ilk tutumu, haberi olmadığını ifade ediyordu. Daha sonra açıktan açığa bana yapılan tekliften memnun olmadığını belli etti. Ama en beklemediğim şey ortaya daha sonra çıktı.

      “Sizin tavsiyenize ihtiyacım var öğretmenim. Sizden başka danışacak daha yakın kimsem, güvendiğim arkadaşım yok. Ne diyeceksiniz ne tavsiye edeceksiniz,” diye sorduğumda cevabı şu oldu:

      “Küçük değilsiniz. Kendiniz karar alın. Ne desem doğru olmaz. Hayatınıza ne yön vereceksiniz, gelecek için planlarınız nasıl, ebeveyninize olan bağlılığınız ve evlatlık borcunuz, ailevi sorunlar, eş, dost…, nasıl kişiler arasına düşeceksiniz … Başkentte yaşamanın ve çalışmanın vereceği önerileri şimdilik bir tarafa bırakın ve bütün diğer sorunları göz önünde bulundurun.”

      Dördüncü, Bedri hepten başka türlü konuştu:

      “Ne düşünüp duruyorsun? Şaşarım senin aklına. Derhal kabul et. Devlet kuşu her insanın omzuna konmaz. Konduğu yere de bir defacık konar. İkinci defa bekleme. Haydi, kaç kişi iş bulabilir başkentte? O da gazeteci! Taşradan gelen makale, öykü, şiirlere gazete sayfalarında yer verilmesi, verilmemesi sana bağlı olacak. Yazmaya çalışanlar senin gözlerine bakacaklar, gözlerine! Kendi yazdıkların ise daima yer bulacak gazete sayfalarında!”

      “Öyle değil Bedri, senin bilmediğin veya anlamadığın meseleler var,” diyecek oldum ama ne gezer. Hep aynı ruhta konuştu da konuştu. Bir ara ona neden açıldım diye kendi kendime kızar gibi oldum ama sonra düşündüm. Alacağım karar ondan gizli kalamaz. Neyse. Sakinleşmeye başladığını hissettiğim an:

      “Yalnız bir ricam var senden Bedri. Ben karar alınca ve işe başlayıncaya kadar kimseye açıklama bu söylediklerimi. O zamana kadar gizli kalsın,” diye rica ettim.

      “Ama sen hep daha tetikliyor musun?”

      “Önümde bir sürü başka vazifeler var. Tatbikata gideceğiz, diploma işini yazmak var. Devlet imtihanları, sonra… sonra muharrirliği acaba başarabilecek miyim?”

      “Budala! Gazetelerde işleyenlerin hepsi senden daha hazırlıklı, daha becerikli, daha akıllı mı yoksa?”

      “Dur, öyle konuşma. Sen olsan ne yapardın?”

      “Derhal kabul ederdim! Başarır başarmaz, alırdım vazifeyi üzerime. Kimse her şeyi öğrenip de gelmemiş bu dünyaya. Kimse her işin inceliklerini onun içine girmeyince öğrenemez.”

      “Ama…”

      “Ama deyip durma bana! Kabul edersen kız öğrenciler dört döner etrafında. Cebinde paracığın da bulunur her zaman. Pastaneler, lokantalar, tiyatrolar senin olur. Bu akşam bir kızla, yarın akşam başka kızla, o restoran, bu restoran, o sinema, bu sinema…”

      “Kabul etmezsem?”

      “Kabul etmezsen bir köyde öğretmen olursun, biter gider.”

      “Taşrada öğretmenliğin ne kötülüğü var canım?”

      “................ ?!”

      Şaşkın şaşkın yüzüme baktı