Beksultan Nurjekeuli

Bir Pişmanlık Bir Ümit


Скачать книгу

ben neden nefret etmiyorum?

      Dostluk ile düşmanlık arasında bir sınır yok mudur? ‘Arkadaşım olmasına rağmen kötülük yaptı’ diye Nurtay’a kızıyorum. Aynı kötülüğün içine ben de batmıyor muyum? Daha dün Jagda’ya kötülük yapan Yeldos’u bugün evimde misafir etmeme ne demeli? Ben neler yapıyorum? Bübiş’i hatırlamam Şaziya’ya ihanet değil mi? İnsanları sövmesine sövüyorum, peki bana kim sövecek?”

      İçine düşen kurt geçmek yerine onu daha çok kemirmeye başlamıştı. Sonuçta işte bugün, “İnsanlık mı, ikiyüzlülük mü, hangisi?” sorusunu sorup duruyordu. Başkasının sorduğu soruyu bir şekilde atlatırsın ama kendi kendine sorduğun sorudan nereye kaçabilirsin ki?

      Yeldos gittikten sonra Şegen: “Bugün Cumartesi. Nurtay’ın dünkü eleştirisinin de, şüpheli sorusunun cevabının da acele etmeden etraflıca üzerinde dururum” diye düşünmüştü. Ancak Şaziya buna engel oldu. Bugün iyice patladı, dünkünden daha beter konuştu: “Arkadan söylenen sözler söylendiği yerde kalır. Yüzüne söylersen utanır. Utanmazsa da çekinir. Hiç olmazsa bir daha öyle kötülük yapmaz. Yaparsa da çekinerek yapar. Sen ilgilendin, ağırladın, hafif üstü kapalı konuştun. Oysa o daha çok imalı imalı konuştu. Sen kendince seviniyorsun ‘Düşüncelerimi üstü kapalı ilettim’ diye. O gitti ‘Dürüstlüğümü ispatladım’ diye. Bu mu sizin nezaket anlayışınız. Bunu da insanlık ve iyi niyet mi zannediyorsunuz? Yüzüne söylersen ödü mü kopar adamın? Onu kırmak istemezsin, ona acırsın da, Jagda’nın kırılabileceğini düşünmez misin?”

      Aslında, Şaziya’nın söylediklerinde doğruluk payı vardır. Ancak, ağzına gelen her şeyi söylemekle ne kazanırsın? Suçluyu yermek, suçsuzu övmek herkesin elinden gelir. İnsanlığı sadece bununla ölçeceksek onun hiçbir değeri kalmaz ki. Az bir dürüstlüğün arkasında büyük ihanet gizli ise bunun neresi adalet olur. Aynı şekilde birine gösterdiğin saygıyı başkasına yapılan ihanet sayarsan, insanlar arasında ki uyum nasıl sağlanır? Herkesin biriyle az çok anlaşmazlığı, kırgınlığı mutlaka vardır. O kırgınlığı bahane edip herkes birbirini azarlarsa o insanların oluşturduğu toplum ne hâle gelir? İnsanlar küskünlükten daha yüksek değerlere sahip değil mi yani? Uzun lafın kısası kırgınlığı büyütmek mi daha doğru bir davranıştır yoksa elinden geldiğince barışa katkı sağlamak mı daha doğrudur?

      Şegen, çalışma masasının yanında otururken bunları düşündü.

      “Bana göre Şaziya gibi insanları suçlular ve suçsuzlar olmak üzere iki gruba ayırmak da suçtur.”

      Şegen, biraz sonra kendisini düşüncelerinden kurtulmuş ve beyaz kâğıdı alıp yazmak üzere donakalmış olarak buldu. Ancak ne yazmak istediğini hatırlayamadı. Hatırladığı, dünden beri sürekli düşündüğü ve kendisini rahatsız eden sorulara cevap aradığıydı sadece. Fark etti ki o soruları bir iki cümleyle cevaplandırmak kolay değil; anlatacağı, karşılaştıracağı, yorumlayacağı çok şey vardı. Muhtemelen tartışmalı ve zor bir cevaptı. Cevap, Şegen’in yaşam birikimiyle neticeye bağlanacağından, insanların yaşam birikimleri farklı olduğu ve insanların birbirine benzemediği veya benzeyebildiği gibi o cevabın kimileri tarafından beğenilme, kimileri tarafından da kuşkuyla karşılanma ihtimali de vardır. Kesin olan tek şey, ne olursa olsun cevabın sadece Şegen’in kendi cevabı olacağıdır. Bu cevap da kendi özgeçmişinden oluşmalıdır.

      “Evet,” dedi Şegen bu kararı üzerinde durarak, “Bundan sonraki kitabı kendi hayatımdan yazmalıyım.

      Nurtay’la kavga edeceğime, yazar olduğumu kitap yazarak ispat etmeliyim. Geçmiş olmadan bugün olmaz. İlk tanışmamızı, daha sonra nasıl arkadaş olduğumuzu yazmazsam, Bübiş’i hâlâ unutamadığımı nasıl anlatırım? Dahası Bübiş’i sevdiğim hâlde Şaziya’yla neden evlendiğimi, nelerin sebep olduğunu hiçbir şeyi gizlemeden, içtenlikle yazmazsam milletin beğenisini kazanabilir miyim? Aynı şekilde Jagda’yla ikimizin dostluğunu ayrıntısıyla anlatmazsam Şaziya’nın niçin sinirlendiğini kim anlar? Kısacası, yazacaksan hiçbir şeyi saklamadan samimiyetle yazmalısın.”

      Şegen, hemen yazmaya başlamaya cesaret edemeyip biraz düşünmeye karar verdi. Yerinden kalkıp kanepeye uzandı. Aniden aklına gelen düşünceye hâlâ pek inanamıyor, kendisini biraz daha kontrol etmek istiyor gibiydi. Kendisine tam güvenemiyordu. “Yazacaksam nasıl yazmalıyım? Peki, tamam dersem hangi olaydan ve hangi dönemden başlamalıyım?” gibi sorulara cevap bulamayan Şegen’in kafası allak bullak olmuştu. Uzun uzadıya düşündü ve sonunda Pazartesi’ye kadar çocukluğunu zihninde yazmayı denemek istedi.

      Böylece kafasında yazma kararı aldı.

      Kanepeye rahat rahat sırtüstü yattı. Kendini bilmeye başladığından itibaren bildiğin her şeyi yazmak, zihinde de olsa, kolay değilmiş. Aklına gelen kopuk kopuk olayları düzene sokmakta uzun süre zorlandı.

      Gözlerini kapatıp düşünceye daldı. Ortaya bir şeyin çıkıp çıkmayacağı belli değildi.

      “Kendi eşini sevdiği hâlde bir başkasını unutamamasının, birlikte büyüdüğü dostunu sevip saydığı hâlde, onunla arası kötü olan insanlarla iyi geçinmesinin” sırrını açıp açamayacağı da belli değildi; bunları kendisi de bilmiyordu. Ama yine de denemek istiyordu. Güzelim gerçek insanlarla birlikte dönmeze gitmeyip, açığa çıkmalıydı.

      ÇOCUKLUK DUYGU

* * *

      Çocukluk dönemlerinden birini Şegen şöyle canlandırdı:

* * *

      Köy, yaylaya daha yeni taşınmıştı. Kadın, erkek herkes acele ediyor, hep birlikte çadır dikmekle uğraşıyordu. Acele etmekten başka çareleri yoktu. Henüz öğle saatleriydi ama daha tayları bağlayacaklar, kısrakları sağacaklardı; ocak yapıp yemek hazırlayacaklardı; iş baştan aşkındı.

      Boyları yaklaşık aynı gözüken, biri bu sene dördüncü sınıfa geçecek, diğeri yakında sekiz yaşını dolduracak iki çocuk, büyüklerden ayrı, aşağı vadiye doğru koştu. İkisi aşağı doğru indi ve iki üç kıvrımdan sonra yamaçtan sağ tarafa doğru yukarı çıkmaya başladı. Dik bir kısma denk geldiler, bu sene daha hayvan bile ayak basmamış yumak otları çok korkutucuydu. Kaymaktan korkan iki çocuk bazen emekleyerek tırmanıyordu. Yükseldikçe, dağ daha da dikleşiyordu. Epey bir çıkan çocuklar yamaca yapışıp tamamen emekleyerek ilerlemeye geçtiler. Karınlarını biraz yükseltirlerse dengelerini kaybederek, aşağı doğru yuvarlanacak gibiydiler. Dağ sallanıyordu sanki. Aşağıdaki suyun sesi bazen duyuluyor, bazen duyulmuyordu. Önde gelen sarışın çocuk kafasını kaldırıp arkasına baktı.

      “Şegen aşağıya bir baksana! Dimdik, kayarsak işimiz biter.”

      Peşinden tırmanan esmer çocuk, ensesinde çıban varmış gibi boynunu azıcık döndürüp arkasına baktı. Bir demet yumak otundan destek alan ayağı aniden kayıp yerinden oynadı. Kafasından soğuk su dökülmüş gibi bedenini titreme sardı. Sıkıca yere yapıştı. Dağ sanki gökyüzüne bağlanmış salıncak gibi dönmeye başladı. Elini azıcık serbest bırakırsa aşağıya yuvarlanacak gibiydi.

      “Hey, ne oldu?” diyen Marat’ın, korkudan ödü kopmuştu. Sürüklenerek geldi ve Şegen’i kucaklayıverdi.

      “Gözlerini aç! Yoksa başın dönmeye devam eder!” diye akıl öğretti. “Dağın tepesine bak! Yukarıya bak!”

      Şegen, gözlerini zar zor açarak yukarıya baktı. Tepeye ulaşmalarına çok az kalmıştı. Tam ulaşmışken korktuğundan utandı ve bir an önce devam etmek istedi. Sesini çıkarırsa korktuğu belli olacağından, Marat’a gözleriyle “Devam