zannettin, onları yesin?”
“Yemez ama üzerine basarlar ve ezerler.”
Mamet buna hemen karşılık veremedi.
“Ezmez. Gece gece ışgınları görür mü ki onlar?”
“Görür müymüş, görmezlerse nasıl otlanırlar? Mahvoldu hepsi.”
Şegen hemen döndü ve eve doğru koştu. Eve gelip kendini yatağa attı.
“Allah iyiliğini veresi, ne demiştin yine?” dedi Batjan, kocasına kızgın bir şekilde. Bu sefer Mamet eşinin suçlamasına sadece gülümsemeyle cevap verdi.
“Yaramaz yavrum benim!”dedi torununa yalvararak. “Hadi kalk, yemeğini ye! Sonra kula aygıra binip gidelim güney tepeye. Işgınların bıraktığın gibi durduğunu göstereyim sana. Atlar çam ağaçlarının olduğu kısımda otladılar, ışgınların bulunduğu tarafa geçmediler.”
Çocuk kafasını kaldırdı. Ağlamamıştı ama ağlamak üzere olduğunu belirterek burnunu çekmişti.
“Yalan söylüyorsun. Götürmezsin!”
“Götürürüm. Neden götürmeyeyim? Sen istersen güney tepeye değil, yerin dibine götürürüm. Deden senin için hayattadır.”
Dedesi dediğini yaptı. Kazak usulü eyere kalın minder döşeyip Şegen’i önüne oturttu. Eyerin gümüş kaplamalı ön kısmı kaplumbağanın burnu gibi minderin altından zor gözüküyordu. Şegen soğuk demire dokundu ve dedesinin kucağına girerek arkaya doğru oturdu. Dedesi de dizgini tuttuğu sol eliyle arada bir sıkı sıkı sarılıyordu koltuğunun altından. Herhâlde “Korkma, iyice tutuyorum!” demek istiyordu. “Geçen sefer bizim gittiğimiz yerden gidersek…” diye düşündü Şegen, gittikleri yolun at için çok tehlikeli olduğunu düşünerek. Ne yapacağını bilemeyip keyfi kaçmaya başlamıştı. Dedesi o an atın kafasını farklı bir yöne çevirdi.
“Nereye?” dedi Şegen, dedesinin kandırmış olabileceğini düşünerek.
“Nasıl nereye?” dedi dedesi de, onun sorusundan kuşkulanarak. “Siz geçen sefer hangi yoldan gitmiştiniz?”
“Şey, biz…” Demek babaannesi Marat’tan duyduklarını dedesine anlatmamıştı. Babaannesinin sır saklayabilmesinden büyük memnuniyet duydu Şegen. “Biz çayırın bitiş kısmından yukarı çıkmıştık.”
“Deli misiniz siz? Çok tehlikeli bir yoldur orası. Dik eğimden nasıl gittiniz? Evin dibinde düzgün yol varken.”
“Herşeyi biliyorsa, bu yolu neden bilmiyormuş ki?” diye, kafasında Marat’ı suçladı Şegen. Dedesi onu Koyunlu köye göndermeseydi o da gelirdi. Tüh!”
Kula at, genelde hızlı yürürdü. Belki de sürekli yukarı çıktığından bu sefer üzerindekileri sarsmadan dikkatli ve yavaş gidiyordu. Ayrıca çok korkuyor gibiydi, hep kulağını dikerek etrafta kendisini korkutacak bir şeyler arıyordu sanki. Ardıç ağaçlarının, taşların arasından uçan serçelerin bile sesi onu ürkütmeye ve o yönden kendini çekmeye yetiyordu. Atın o anlarda ki vücut titremesini hem ata değen dizleriyle hissediyor, hem de dedesinin dizgini çekişinden anlıyordu. Keşke kula ata bindiğini Marat görseydi.
Uzaktan bakılınca dağın üst tarafı bıçağın sırtı gibi incecik gözükür. Gidip baktığında ise oldukça geniş olduğunu görürsün. Kimi açık yerlere bir ahır koyun bile sığardı herhâlde. Kimi yerlerde yağmur suyunun biriktiği büyük büyük çukurlar da vardır. “Keşke şu yolu önceden bilseymişiz!” diye pişman oldu Şegen. Geçen sefer bu yoldan gitselerdi kesin ne ayağı kayardı, ne de rezil bir duruma düşerdi.
Dağın en tepesine çıktıklarında soğuk rüzgâr esti.
“Sakın üşümeyesin! Şu soğuk insanın ciğerine işliyor maşallah!” diyen dedesi, hemen Şegen’in göğüs kısmını kapattı.
Artık, ardıç ağaçları yavaş yavaş bitiyor, kat kat taşlar çoğalıyordu. Yol da daralmış, yürümek zor oluyordu. Mamet, dizgini tuttuğu eliyle Şegen’i desteklemesini yeterli görmeyip, sağ eliyle de sıkıca tutuyordu onu. Kula at da ayakları taşların arasına sıkışacağından korkmuş gibi arada bir zıplayıveriyordu. Atın böyle sak, şüpheci ve hiddetli oluşu dedesinin hoşuna gidiyordu. “Ağzındaki gem ile boğuşmayan at, at olur mu hiç?” diye övünürdü hep. Böyle bir ata binmek Şegen için de büyük onurdu. Bu nedenle kula atın bazen ürkerek zıplamasından korksa da, dedesi gibi olmak için pek çaktırmıyordu.
Birazdan yamaçtan aşağı inmeye başladılar. Tekrar ardıç ağaçlarının yoğun olduğu bir bölgeye geldiler. Sık yetişen ağaçların kimilerinin hacmi neredeyse keçe çadırın hacmi kadardı. Ağaçlar, yüzünü, ayaklarını tırmalayarak rahatsız ediyordu. Bu şekilde yola devam ederken, bir an aygırın ayaklarının altından, ağacın içinden patır kütür ses geldi. Kula at, köze basmış gibi yerinden fırladı. Şegen’in minderi eyerden kayıverdi. Dedesi sağ eliyle tutuyor olmasaydı çoktan uçmuştu.
Şegen, korkusundan bir yerinin acıyıp acımadığını bile anlayamadı. Sadece “Bu hiddetli hâliyle bizi dağdan aşağı yuvarlatmazsa iyidir!” diye korktu. Demin, at fırladığında dizinin ata değen iç kısmına sancı girmişti, şimdi de uyuşmuştu. Aygır huylandıkça kuyruğu ile eyer kısmı, havan sapı ile döver gibi vurmasına rağmen ağrı hissedilmiyordu. Sinirlenen dedesi ise ata küfrederek ve bağırarak hızlandırmak için kamçıyla vuruyordu. Şegen’in gözleri kararmış, bayılıyordu. Bu bitmez tükenmez bir işkence gibiydi.
Mamet, aygırı zor durdurdu. Aygır, ancak iyice yorulunca, deminden beri yaptıkları pekiyi sonuçlanmadığı için utanmış gibiydi. Burnundan pır pır ses çıkaran ve tir tir titreyen aygır nefes nefese kalmıştı; o an düşüverecekmiş gibi duruyordu.
“Şegenciğim, neren ağrıyor yavrum?” dedi Mamet, kollarında yarı cansız bir şekilde yatan çocuğun yüzüne endişeyle bakarak.
Çocuk zar zor inledi. İhtiyar adam bir kötülük hissederek yere atladı. Torununu da kollarına alıp attan indirdi.
“Ben ne yaptım?” derken, sesi titreyen ihtiyar endişeye kapıldı.
Çocuk ayakta duramadı, attan iner inmez dedesine doğru yıkılıverdi. Butlarının iç tarafı bıçakla doğranmış gibi sızlıyor, canını acıtıyordu. Ağrısından ağlamaya bile gücü kalmamıştı; inleyip duruyordu. Bir eliyle aygırı yularından tutan Mamet, diğer eliyle Şegen’i yavaşça yere yatırdı. Ardından dikkatlice pantolonu indirdiğinde gördükleri karşısında şaşkınlığa döndü.
“Yavrum benim, güzel yavrum!” dedi çaresiz ve ağlamaklı bir sesle. “Kula ata ne diye bindirmişim! Ne yapacağım şimdi? Eyvah eyvah, ne yapacağım?”
“Kimsenin olmadığı dağda, ihtiyar ne yapacağını bilemeyip torununun etrafında dönüp duruyordu. Şegen’in iki bacağının arası kanlar içindeydi. Mamet, gördüğü manzara karşısında buz gibi olup, kaskatı kesilmişti. Şaşkın kelebek gibi kâh aygıra, kâh Şegen’e doğru koşuyordu. Dedesinin hâlini gören Şegen daha çok korkmuştu.
İhtiyar, az sonra kendisini sakinleştirmeye çalıştı.
“Ne yapacağım? Kanamasını nasıl durduracağım? Eyvah, böyle yatmaya devam ederse kan kaybından ölür çocuk.” dedi. “Ölür!” kelimesi beynini kemiriyordu. “Allah’ım,” diye yalvardı, “Bundan sonra Satimimi göstermeyeceksen de, çocuğunu bana bağışla! Senden başka bir şey istemiyorum, sadece torunum yaşasın!”
Mamet, hayatında hiç bu kadar korkmamıştı. Her zaman sahip olduğu kibirlilikten, güvenden ve sabırdan eser kalmamıştı. Sadece telaş ve şaşkınlık içindeydi. Önce yaşayıp yaşamayacağından