Öken’i işaret ederek.
“Hayır amca olmaz, ayıp olur!” diye sıhhiye memuru hediyeyi kabul etmek istemedi.
Memurun söyledikleri sinirlerine dokunan sarışın ihtiyar, Öken’in yüzüne kızgınlıkla, azarlamak istercesine baktı. Daha sonra torununu iyileştirdiği aklına gelmiş olmalı ki rengi hemen değişiverdi.
“Sana ücret karşılığı olarak mı verdiğimi düşündün. Tedavi ettiysen yabancıyı değil, kardeşini tedavi ettin. Onun için hediye mi istersin benden. Bu “İyileşecek.” dediğin müjdeli sözün karşılığıdır.
“Evet,” dedi Şegen, kanepeden ah çekerek kalkarken. Odasının içinde ileri geri biraz dolaştıktan sonra iki avucuyla yüzünü ovuştururken kitap raflarının yanında bir süre durdu. “Çocukluğumda bile başımdan büyüklü küçüklü, ilginç olan veya olmayan birçok olay geçti. Ancak okuyanlar o olaylardan ne anlayacak? Birinin başından geçenler başkasını ne ilgilendirir? Belki kimileri ‘Zavallı çocuk!’ diye bana acır, kimileri ise geleceğim için endişe duyar. Yani ben kitabı milleti endişelendirmek için mi yazacağım? Böyle bir durumda tenkitçilerin tenkidine uğramaktan başka bir kazancımın olmayacaktır.
Eyvah, aslında ben Bübiş hakkında yazmayacak mıydım? Babaannemle dedemi anlatıp konudan uzaklaşmışım. İnsanın kendi düşündüğü şeyleri kendisinin kontrol altında tutamaması ne ilginç! Ancak dedemleri anlatmazsam çocukluk dönemim hiç çocukluk olur mu? Sözlerine ‘Yavrum’ ve ‘Kuzum’ diye başlayan dedemle babaannemi yazmayacaksam elime kalem almamam daha iyi değil mi?”
Şegen şaşırıp kaldı. Birkaç defa başka şekilde yazmayı denedi ama olmadı. Hem başka şekil kafasında hemen oluşmadı, hem de aklına başladığı şeylerin devamı gelerek rahatsız etti. Hem böyle çok beklerse anlatmaya başladığı olayların düzeni bozulabilirdi. “Tamam. Devam edeyim. Nasıl olsa kâğıda yazmıyorum. Akıldakini değiştirmek kolay nasıl olsa” diye tekrar kanepeye uzandı. Gözlerini kapatarak yarası iyileştikten sonraki günleri getirdi aklına.
Atlı köyde sabahtan beri bir telaş vardı. İki yere kurulmuş ocağın üzerindeki tencerelerden buhar buram buram yükseliyordu. İki evde de çadır desteğine asılı duran kaplara konmuş kımız, sabahın köründen beri sallana sallana kıvamını çoktan bulmuştu. “Düğün gibi eğlenceli olacak herhâlde” diye düşündü Şegen. Evin içine güzel değişik minderleri döşeme, yorgan ve yastık gibi ev eşyalarının üstünü güzel örtülerle kapama, evin içini silip süpürme gibi işlerle uğraşan Jamihan herkesten daha heyecanlıydı. Üstüne de güzel elbise yakıştırmıştı. Dedesi, babaannesi, Marat’ın evindekiler hepsi çok telaşlıydı.
“Geliyorlar!” dedi biri.
Çayırın diğer tarafından beş altı atlı gözüktü. Biraz sonra koca ağacın yanına gelip atlarından indiler. Koca ağacın yanı, gelenlerin atlarını tutanlar ve atlardan inenlerle doldu. Kısa boylu, boynu ve karnı büyük, etrafını süzen esmer adamla özel bir ilgi ve saygıyla tokalaşıyorlardı. Hem eşlik edenler, hem karşılayanlar çok ilgi gösteriyordu. İki çocuk, evin yanındaki büyük taşa çıkıp, avuç kadar düz kısmında aşık oynuyordu. Büyüklerin kumar dediği bu oyuna kendileri “Üyirmekil” diye ad takmıştı. Büyükler arasında telaş başlayınca onlar da taştan indi. Gelenlerin içinde tanıdıkları bir tek Kabi vardı. Gülümseyerek çocukların yanına geldi ve sırtlarından sıvazladı. Sonra Şegen’e bakıp:
“Nasıl, iyileştin mi? Artık aygırdan korkmazsın, değil mi?” diye güldü.
Göbekli adam yanlarına yaklaşıp dik dik baktı.
“Amcaya selam ver!” dedi Kabi, Şegen’in omzuna elini koyup. Onun çekingenliği hoşuna gitmeyip yaklaş anlamında avucunu bastırdı.
“Selamünaleyküm!” dedi Marat çekinerek. Şişman adam cevap vermedi. Somurtarak Şegen’e pis pis baktı. Yüzü gülümser gibi bir şekil aldı ve:
“Neden selam vermiyorsun, bürokrat ihtiyarın çocuğu?” dedi. Sesi kısılmış gibi boğuk çıkıyordu. Tüylü yüzüne yakından bakan Şegen’in eli ayağı titredi. Şu anda hatırlayamadığı bir yerde böyle korkunç bir haşere görmüştü. Geriye çekilerek, kendisine saldıracakmış gibi yüzünü korumaya çalıştı. Etrafındakiler çocuğun davranışından dolayı utandılar.
– Çekiniyor ağabeyi, çekiniyor.” dedi Taybek, ortamı yumuşatmaya çalışarak.
Millet eve girdikten sonra Şegen’in Marat’a sorduğu ilk soru:
“Kimdir bu?” oldu.
“Yönetici Botaş.”
“Çok korktum! Yüzü ne kadar tüylü, tırtılın sırtı gibi!” dedi benzettiği haşereyi şimdi hatırlayarak.
“Sus!” dedi Marat, korkarak ev tarafına baktı. Birileri duyar diye yüz rengi değişiverdi. Botaş’ın gücünü şimdi anlayan Şegen de korktu. Yaşı onun üzerinde olan ve dördüncü sınıfa geçen Marat, büyüklerin durumunu kendisinden daha iyi biliyordu tabi.
Marat ile Şegen, tekrar evin yanındaki büyük taşın üzerine çıktı. Aşık oyunlarına devam ederken arada bir merakla ev tarafına kulak veriyorlardı. Yemek hazır olduğunda Jamihan iki parça et getirmişti. Ardından yemek dolu bir tahta kapla Batjan da yanlarına geldi. Tok karınla ilginç oyunlarına devam eden çocuklar kulaklarını sadece evden gelen sıra dışı seslere veriyordu. Evdeki konuşmanın kızıştığını oyundan sıkılmaya başladıklarında fark ettiler. Hangisinin tartışma, hangisinin şaka olduğunu ayırt etmek zordu. Sesler bazen öfkeli ve kızgın, bazen neşeli çıkıyordu. Kulaklarını dikip ne hakkında konuştuklarını anlamaya çalıştılar. Tek başına konuşanın söyledikleri net duyuluyordu. Birbiriyle yarışarak konuşanların ne söylediklerini seçmek zordu. Bu durumda ikisi birbirine bakıp omuzlarını kaldırıyorlardı. Bir an kalabalığın sesi kesildi ve az bir sessizlikten sonra Botaş’ın kısık sesi duyuldu. Sesler ağzından değil de, karnından geliyor gibi boğuktu. Söylediklerinin bazıları duyuluyor, bazıları duyulmuyordu. Yine de Şegen sohbet konusunu anlamıştı. Galiba evlilikle ilgiliydi. Konuşma arasında “Jamihan” adını duyunca yüreği boğazına takılmıştı. Bedenini korku sarmış, kalbi bir kötülük hissetmişti. Marat ise tamamen anlamış gibiydi, hiç konuşmadı. Ardından dedesinin kızgın sesi duyuldu:
“Başkasından beklerdim. Ama Satim’e karşı düşmanlığı senden beklemezdim, Allahın cezası. Ben seni misafir ederken sen benim hayatımın içine mi tükürüyorsun?”
Boğuk ses de sert çıktı. Ancak ne söylediği net anlaşılmadı. Evden hızla çıkan Jamihan ardından biri kovalarcasına koşarak Maratların evine girdi. “Dedemin kızmasının nedenlerinden biri de bu mu?” diye şüphelendi Şegen. Pat diye bir ses çıktı. Kâse ve tabakların çarpışan gıcırtılı sesleri geliyordu. Dedesi ağırlık kaldıran bir insan gibi nefes nefese kalmış yüksek sesle bağırdı:
“Bırak beni, karnını yarayım!”
Şegen hemen taştan zıpladı ve eve doğru koştu. Taybek ile Kabi, Mamet’i iki tarafından tutmuş, bırakmıyordu. Sakalı ile bıyığı tir tir titreyen dedesi, sürekli yutkunarak sanki bir şeyle söylemek istiyor da söyleyemiyor gibiydi. Şu hâli Botaş’a saldırmak isteyen birinden ziyade ağlamak üzere olan birinin hâline daha çok benziyordu.
“Çık evimden!” dedi titreyerek. “Göğe direk de olsan, yap yapacağını da göreyim!”
“Sen, ihtiyar delirdin herhâlde,” dedi Botaş, oturduğu yerden somurtarak. Ondan sonra aklına aniden bir şey gelmiş gibi Mamet’ten gözünü ayırmadan: “Ne? Beni dövmek