Yere yapışmasaydım gitmiştim!” diye kendisinin pek korkmadığını hissettirmeye çalıştı.
Bunların bulunduğu kısımda dağ ikiye ayrılıyormuş. Çatallaşan iki tepenin arası ise güneşli, taşsız ve dümdüz imiş. Dağın güneşe bakan alnı gibiydi. Sülün’ün kuyruk tüyüne benzeyen sarımsı beyaz çiçekli ışgınlar göz kamaştırıyor. Güney taraf süslene, püslene düğüne giden güzel kadınlarla dolmuştu sanki.
“Işgın, dağın sadece bu ensesinde güneşli tarafta yetişir.” dedi Marat, bildiklerini başkasından önce söylemeye çalışma alışkanlığıyla nefes nefese kalarak, “Diğer taraflarda daha çok kuzey kısmında, taşların arasında yetişir.”
Konuşmayı uzatmayıp öne doğru koştular. Açgözlülükle kopardıklarını soymadan ağızlarına koydular. Işgının yaprakları kuzukulağı, daha taze olan koçanları ise kuzu eti gibi idi. Tadınca tadı damağında kalıyordu. Sadece ikisi büyük bir servete kavuşmuş gibi rahat rahat yiyor, rahat rahat topluyordu. Tam bir cennetti. Olmamış koçanların biri diğerinden lezzetli, biri diğerinden yumuşaktı.
Biraz sonra Şegen’in kulağı çınlayıverdi. Uğultuya veya ıslığa benzer zayıf bir ses duyuldu. Arkasından üzerine korkunç bir şey çullandı. Daha bakmasına fırsat bırakmadan başına bir şey sarıldı. Korkudan gözlerini kapattı. Uzun ve dağınık tüylü bir hayvan mıydı, yoksa ince ve yumuşak bir kumaş mıydı, anlamamıştı? Serin ve nemli bir şey yüzüne, boynuna değmiş, dokunmuştu. Derhal boğacak, ısıracak diye bekledi, yapmadı. İnanmakta güçlük çekerek şaşkınlıkla yavaşça gözlerini açtı. Etrafı zifiri karanlık kaplamış, hiçbir şey gözükmüyordu. İki üç defa gözlerini açıp kapattı. Ayağının altını seçmekte zorlanıyordu. Deminki korkusu bir şey değilmiş meğer korkudan tir tir titredi. Dünyanın sonu gelmişti herhâlde. Zifiri karanlıktı. Hareket etmek istedi. Ancak uçurumun ne tarafta, düzlüğün ne tarafta olduğunu hatırlayamadı. Adım atarsa yerin deliğine düşecekmiş gibi geliyordu.
“Şegen neredesin?”
“Marrat!”
Kurt görmüş kuzu gibi meledi. Güzelim şerefin sınırını nasıl aştığını fark etmedi bile. –
“Korkuyorum, yanıma gelsene!” Topladığı ışgınları bir daha ihtiyacı olmayacakmış gibi yere attı.
“Korkma, ben yanındayım zaten.”
Marat’ı görünce dünyaya bir kötülük gelmediğini anladı.
“Tüh, sis mi bu, Marat?”
“Ne sisi. Bulut. Gezgin bulut. Şimdi geçer. Sis olursa kötü olur, uzun süre geçmez.” Dedi Marat. Onun da sesinde korku veya şüphe gibi güvensizlik hissediliyordu. Şegen: “Marat beni kandırıyor!” diye kuşkulandı.
O an güneş parladı ve hemen tekrar kayboldu. Dünyanın yerinde olduğuna emin olunca Şegen çok sevindi. Hava bir süre arka arkaya bir açtı, bir kapandı ve sonunda Marat’ın söylediği gibi bulut geçti gitti. Az önce korkmasına neden olan şey artık Şegen’in ilgisini çekmeye başlamıştı. Öbek öbek olarak yavaşça geçmekte olan bulut, o an ürkmüş koyunu andırıyordu. Kıvır kıvır beyaz bulutlar kesilmiş ineğin işkembesine de benziyordu. Biri alıp sürüklüyordu sanki, karnı kâh yere değiyor, kâh değmiyordu.
“Dönelim mi?” dedi Marat daha kendine gelememiş bir sesle. “Hava kararacak. Biraz aşağıya inip çam ağaçlarının içinden geçersek pek tehlikeli olmaz; ağaçların arasında ağaçlar ne kadar dik olursa olsun insanın başı dönmez.”
Eve hava iyice karardıktan sonra gelebildiler. Büyükler endişelenmiş, bunları aramaya başlamıştı. Dedeler atla aramak üzereymişler. Nineler bunları görür görmez konuşmaya, sorular sormaya başladılar. Neyi kızarak, neyi sevinerek söylediklerini ayırt etmek mümkün değildi. Yeni kurulmuş çadıra eşyalarını toplarken dışarıya çıkan Şegen’in babaannesi Batjan çocukları ilk gören olduğundan kızma ve azarlama payı daha çok ona düştü:
“Allah koruyasılar, neredeydiniz? Üzerinize titrerken ailelerinizi ne kadar endişelendirdiğinizin farkında mısınız siz? Dağ dağdır. İki ayaklı insan şöyle dursun, dört ayaklı hayvan bile kayar düşer o dağda.”
Onların sağ salim dönmelerine sevinen dedeleri ise pek kızmadı.
“Işgın için onca zahmete girmişsiniz!” dedi, Şegen’in dedesi Mamet biraz kızarak, “Allah bilir güney tepeye de gitmişsinizdir?” diye devam etti ve “Nasıl bildim!” der gibi kendinden memnun bir şekilde gülümseyerek kızıl kahve renkli sakalını sıvazladı.
“Evet!” dedi Marat ile Şegen övünerek. Eli boş dönmediklerini göstermek için koltuklarına sıkıştırdıkları ışgınları düşürmek içinkollarını hareket ettirip yukarı çektiler.
“Gevezeliğin babana çekmiş, maşallah!” diyerek arkaya bakıp yere tükürdü Şegen’in dedesi, torununa değil, başka birine söylüyormuş gibi. Sesi azarlıyor gibi değil, seviyor gibi çıkmıştı.
Bir daha bir yere kaçacağından korkarcasına Batjan ile Mamet, Şegen’i eve iki tarafından tutarak soktu. Yere serili kilimi daha yeni süpürmeye başlayan Jamihan, bunlar girince elindeki süpürgeyi atıp şaşkınlıkla kafasındaki eşarbını düzeltti. Şegen, çadırın nasıl kurulduğuna, düzüldüğüne baktı. Az ve öz eşyayla düzülmüştü. Ondan sonra elindekini koyacak uygun bir yer arayarak etrafına göz gezdirdi ve yorulmuş bir insan gibi:
“Şunu saklar mısın,” diye Jamihan’ın eline verdi.
“Kalsın, istemem. Yarın yedin diye başıma bela olursun sen.”
“Yere atıver. Toprağın serinliği ile iyi korunur,” dedi kayınvalidesi, isteksizce tavsiyede bulunarak.
“Getirsene,” dedi Mamet, ışgını tutan gelinine değil, Batjan’a seslenerek. “Merak ettim, bir tadına bakalım.”
“Duyuyor musun? Dediğini yap!” der gibi Batjan gelinine baktı. Jamihan, kayınpederi ile kayınvalidesine ikişer tane verip kendisi de bir tanesinin kabuğunu soymaya başladı.
“Satim çok severdi bunu,” dedi bir ah çekerek. Savaşa giden kocasının adını zikretmişti beklenmedik bir anda. Çok kötü bir hata yaptığını geç fark ederek büyüklerin yüzüne çekinerek baktı. Taze ışgını zevkle yemeye başlayan Batjan ile Mamet’in yedikleri boğazında kalmıştı. Hareketsiz kalan yaşlıların yüzlerinden “Nemize ışgın yiyip zevkten dört köşe oluyoruz ki. Nasıl oldu da Satim’i unuttuk?” ifadeleri okunuyordu. Jamihan yere bakar hâlde dışarı çıktı.
Şegen, kafada yazma işine biraz ara vererek farklı bir düşünceye daldı: “Zaferden bu yana o kadar yıl geçmesine rağmen, dönmeyen oğullarının nerede olduğunu düşünüyorlardı babaannemle dedem. Ellerine, öldüğüne dair belge ulaşmayınca ümit ışığı sönmemişti herhâlde.”
Şegen’in aklına bir olay geldi.
Atlı köy, araya on adım kadar bırakılarak dikilen iki evden oluşuyordu. İki de at bakıcısı vardı: Şegen’in dedesi Mamet ve Marat’ın dedesi Taybek. Bu iki yaşlı adamın dostluğu hayatlarındaki bazı benzerliklere dayanıyordu: İkisi de sigara içerdi, bıyık ve sakal bırakırdı, atlara çok düşkünlerdi. İkisinin de tek oğullarından kalan birer torunları vardı. Kaygıları da aynıydı. Akjazık Kolhozuna1 gelen ilk ölüm belgesi Taybek’in oğluna aitti. Gelinleri uzun süre onlarla kaldı ve bir sene önce evlendi. Ancak, yaşlılara kıyamayıp onlara destekçi olsun diye Marat’ı onlara bırakıp