Tölögön Kasımbekov

İnsan Olmak İstiyorum


Скачать книгу

onları. Ne oluyor şimdi?

      Çocuğun tarafının haklı olarak kavga çıkardığını düşünmüştü yaşlı adam… Olayın nedenini Saragül Teyzeden öğrendi. Biraz düşünerek oturduktan sonra şöyle bir şey söyledi:

      Atı zayıf diye yola bırakma

      Adamı,

      Su olan nehirde ağaç büyür.

      Ölmeyen kul hayvan bulur.

      Mal bulana dek

      Akraba dostlar elden gider;

      Ot olmayan çöllere,

      Ot çıkarsa bir gün;

      Tay bile geçemez.

      Yoksulun fakirin hayvanı olursa,

      Koşturursa da göçe yetişmez.

      Evladım, bu eskiden kalan hikmet… Bunu herkes anlayamaz. Zaman dediğin bir göç misali… Şimdi evladım yetimi göçe geciktirme. Sana teşekkürden başka diyeceğimiz yok.

      Aksakalın konuşmaları Rayıncan’ın düşüncelerini daha derinleştirdi. Kaynana ile gelinin de gönlünü neşelendirdi. Saragül Teyze sevinçle Rasul ile Kökö’yü birbirine sımsıkı sarılttı:

      –Kurbanınız olayım, siz bugün kardeş oldunuz! Bu aksakal amcanız gibi sarı dişli, yaşlı olunuz. Ömrünüz uzun, yolunuz uğurlu olsun! diye dua etti. Sonra Kökö’yü Şirin’in tarafına geçirdi. Şirincan oğlunun alnından öp! Öp canım!

      Şirin, gülerek gel yavrucuğum! der gibi iki kolunu Kökö’ye doğru uzattı. Anne merhametini özleyen zavallı Kökö’nün gözleri doldu, tereddüt etmeden Şirin’in göğsüne başını koydu.

      İNSAN OLMAK İSTİYORUM

      Kurbanın olayım ana vatan! Karşıla beni doğduğum yer! Mavi gökyüzü, pamuk gibi beyaz dağları dolaşan bulutları, kendi evinin içi gibi tanıdık, göz alıcılığına vurulduğum benzersiz ülke. Yüksek dağları, yemyeşil dereleri, şırıl şırıl akan suları kendi evin misali… Havası da mükemmel, gönlünü neşelendirir. Anne sütü gibi mis kokuyor. Ben üniversite sınavına giderken buğday daha yeni toplanmaya başlamıştı, şimdi samanlar tepe gibi yığılmış, ürünler ambara yerleştirilmiş; mısırlar, ceviz, elma, üzüm, vişne ağaçları dallarını yere eğmiş, toprak bereketini bol bol veriyordu.

      Eski okul çantam elimde, mısır tarlalarının kenarından geçerek yanında bir dut ağacı bulunan kırmızı evin kapısına yaklaştığımda babamla yüz yüze geldik. Beni görünce donup kaldı.

      –Gel oğlum! diye bana heyecanla seslenerek beni baştan aşağı süzdü.

      Bu sırada içeriden annemin sesi duyuldu.

      –Asıl mı? Yavrucuğum!

      İkisi de beni ortalarına alarak öpüyor, okşuyordu. Beni baba ve anne merhametiyle sevdiler. Annem aceleyle başımdan su dolaştırarak yere döktü ve eve aldı beni.

      Evin içi bana değişmiş geldi. Duvarları alçak, pencereleri küçücük, içi karanlıktı. Tabanın köşelerinde örümcek ağları, her yerden çürümüş küf kokusuna benzer bir koku geliyordu.

      –İşler nasıl, diye sordu babam yanımda otururken. Az önceki neşeden yüzünde hiçbir iz kalmadı. Kötü haber bekliyormuş gibi suratını asarak bana tekrar baktı. Burnumu çekerek başımı önüme eğdim:

      –Sınavdan geçemedim… O da… Mıktıbek de kazanamadı…

      Babam hiç ses çıkarmadı. Bu sırada annem:

      –Bırak artık niye suratını astın bu kadar? Okumazsa ne olur ki. Babam bunları duymak bile istemedi söylenerek dışarı çıktı:

      –Ben de okuyacak, adam olacaksın sanıyordum…

      Annem alnımdan okşayarak:

      –Kurbanın olayım, zayıflamışsın, hastalandın mı yoksa? Babanı boşver, her zamanki alışkanlığı… Okumazsan da bir şey olmaz, yeter ki canın sağ olsun!

      Annem bıçak gibi taşa çarpıp, kırılan gönlümü teselli etti. Hayal kırıklığını bir anlık da olsa unuttum. Dünyada benden mutlu insan yoktu sanki. Bana da bir teselli verecek insanın olmasından dolayı oldukça mutluydum. Kuş gibi zıplayarak annem hemen sofrayı hazırladı; ekmek ve bir kâse yoğurt getirdi. Yol yorgunluğundan sonra iştahım kesilmişti. Kuru ekmeği canım çekmedi, yoğurttan biraz yedim.

      –Babanın zaten canı sıkkındı. İşten çıkarmışlar. Sonra öğrenirsin nedenini.

      Babam işini canı kadar severdi. Gece gündüz demeden çalışıyordu. “Bugün aksakal Ak-su ilçesine git dedi, bugün aksakal başka kolhozo git, dedi. Oğlum, bu başkanların dedikleri kanun! Laf edemezsin, ağzını açınca işinle vedalaşırsın, koşturmazsak olur mu diye her zaman işini düşünüyordu. Başkanın gözüne girmesine rağmen milletin nefretini kazanmıştı. Bazılarının benim yanımdayken de yine geliyor kene gibi yapışır, buna fazlasıyla ödesen de rahat bırakmaz. At tezeği kurumadan gelmiş yine. Şeytanı geçer bu!” diye, konuştuklarını çok duyuyordum.

      Babam sabahtan akşama kadar üzgün dolaştı. Akşama doğru atı kaşağıyla tararken başını eğerek beni yanına çağırdı.

      –Ha, hangi kara teke sana boynuz vurdu, dedi kaşını çatarak.

      –Diploma notların yüksekti ya! İşe yaramadı mı onlar! Bu köydeki hocalara yüz som maaş ödemek değil hatta okula yaklaştırmamak lazım. Toplanıp arkadaşlarıyla hep içki içiyorlar. Onlara verilen paralar boşa gidiyor!

      Durumumu anlatacaktım, babam duymak istemedi. Kaşağıyı sert bir şekilde duvara attı. Kızdığı belliydi.

      –Milletin oğullarını görmüyor musun? Sınavı geçiyor, işte hepsi üniversitede okuyor. Birisinden para alıp yerine buzağı veririm diye seni okumaya göndermiştim. Oysa sen mızmızlanıp geçmedim diye geri gelmişsin. Ne yani senin alnından öpüp geçirmelerini mi bekledin! Çabalasaydın kazanırdın. Şimdi her şeyimizi yitirdik. Senin gibiler adam oldu milletin önünde, Çokond’un oğlu bile okuyup geldi, benim yerimi aldı. Ya sen…

      Babam bıkmıştı galiba, elini salladı. Artık eskisi gibi değildi. Beti benzi beyazlaşmış, gözleri kızarmış, bitkin, sakalı da uzamış, her gün tıraş olan önceki suratı yok, eziyet çekmiş gibi üzgündü.

      –Bak şimdi ne hale düştük. İşten çıkarılalı bir hafta olmadan şu Orko da kolhoza yardım et deyip duruyor. Sanki Kolhoz planlama müdürü.

      Benim konuşma hakkım bile yoktu. Üstelik benim gibi bir fakirin herkes gibi üniversiteyi kazanacağım diye şehre gidip hiçbir baltaya sap olmadan dönmesi bütün suçları boynuma yüklüyordu.

      –Duydun mu? Çokond’un oğlu okudu geldi, bölge heyetinden saygı gördü. O gelince hemen beni işten attılar. Genç, eğitimli eleman imiş.

      Gerçekten Çokond’un oğlu bir zamanlar okulun en arka sırasında oturuyordu. Yedinci sınıfı bitince Frunze’ye (Bişkek) gitmişti, maliye kolejini bitirmiş, şimdi de babamın yerini aldı. Ben hâla buradayım.

      –İşi teslim ederken de bin som eksik çıktı. Öde, ödemezsen seni mahkemeye vereceğiz, diye bağırdılar. Bana kim destek olurdu, sen mi! diye önceki gibi elini sallayarak eve girdi.

      –Senin adam olacağını sanıyordum…

      Ben durduğum yerden baka kaldım. Ne yapacağım? Bazen ateşim var gibi bütün bedenim yanıyor bazen de üşüyordum. Başım dönüyor, sanki kulaklarım hiçbir şey duymuyor, ağzımdan bir tek kelime bile çıkmıyordu…

***

      O