Tölögön Kasımbekov

İnsan Olmak İstiyorum


Скачать книгу

“Siz başka sınavlara giremeyeceksiniz. Dilekçe yazın getirin de dökümanlarınızı alıp gidebilirsiniz” dedi. Sınav kâğıtlarımızı da vermedi.

      Şimdi güreşte kaybetmiş gibi hayal kırıklığına uğradık, nereye gideceğimizi bilemedik. Altınımızı saklamış gibi tekrar arkamıza bakıyor, uzaklaşamıyorduk üniversiteden. Kötü diye sınav sonuçlarını birbirine anlatmakta olan insanları görünce zaten çoğu geçmemiş diye kendimizi teselli ettik. İyi not alanlar sevinçle yanımızdan geçtiğinde yaramıza tuz basmış gibi acıyordu.

      Umut aslında asla tükenmez ya… Dönüp dolaşıp sonuçların yazıldığı tahtaya yine geldik. Mıktı:

      –Şimdi hemen bakınca Berdikeev Mıktıbek, diye ilk sırada yazılı olsaydı keşke.

      –Haline bak şunun, nasıl olup da birinci sıraya yazılırdın!

      –Öylesine söyledim…

      Yurda geldik. Oda bomboştu. Kitaba her zaman kene gibi yapışan büyük kalpaklı delikanlı da bugün yoktu odada. Sonuçları iyi olmuşsa gönülleri şen şehri dolaşıyordur belki. Masanın üzerinde kurumuş boğursağın parçaları, karpuzun kabuğu atılıydı. Simsiyah sinekler düğün yapıyor orada.

      –Baksana mal ya bunlar, temizlemeden gitmiş, diye Mıktı sövdü. İkimiz de sus pus oturduk.

      Üst kattaki odalardan müzik sesi geliyor, neşe dolu insanların kahkahaları duyuluyordu. İşleri yerindeydi galiba, yoksa böyle neşelenmezlerdi. İçim alev gibi yanıyor, dayanamıyordum. Eğer onlardan biri gelip de kendini büyük hissederse Mıktı’dan önce ben yumruklamaya başlardım.

      Hala umudumuzu kaybetmedik. Rektörün odasına gittik. Bizden bıkan sekreter hanım kaba davrandı:

      –Demedim mi size bugün kabul etmiyor sizi. Niye koyun gibi anlamıyorsunuz, geliyorsunuz tekrar! Konuştuklarına aldırmadan, biz hiç durmadan rektörün odasına geçtik.

      Rektör alnı geniş, büyük gözlü, koskoca bir adammış. Biz habersiz girdiğimizden dolayı bize şaşkın şakın baktı.

      –Hoş geldiniz gençler!

      Girerken hiçbir şeyden çekinmiyorduk, oysa şimdi ağzımızda bir şey geveler gibi konuşamıyorduk. Onun yüzünün sert görünmesine rağmen merhametli sesi, insana iyilikten haber veriyordu.

      –Hocam, uzak köyden gelmiştik… diye ayaklarıma baktım. Mıktı, suratını asarak sol tarafımda idi. O da benim konuşmamı sürdürdü.

      –Hocam kolhozda çalıştık, raporumuz da var.

      –E sonra ne oldu?

      Bu soru taşla bastırmış gibi boynumuzu eğdi. Balık gibi konuşamıyorduk sanki. Ama rektör nasılsa zeki bir adammış. Biz söylemeden önce durumumuzu fark etti.

      –Sınavdan geçemediniz öyle mi?

      –Şeyy hocam… dedi Mıktı gözleriyle ona yalvararak bakarken. Rektör hiç bakış tarzını değiştirmeden bize bakarak konuşmaya başladı:

      –Hm anlaşıldı, gençler şimdi Kolhoz’dan gelen bir sürü aday var. Demek ki gelen herkes kazanamaz. Üstelik Rus dili sınavından geçmemek bütün şansınızı kaybetmek demektir. Bunu anlamanız gerekiyor gençler. Rus dilini bilmeden üniversiteye giremezsiniz. Sizin okuyacağınız derslerin hepsi Rusça olacak. Sizi üniversiteye aldık diyelim, yine de ilk dönemde kalırsınız. Yetiştiremezsiniz dersleri. Böyle olursa üniversiteye zarar gelir. İşte bunun için daha yetenekli, bilgili olanları kabul etmemiz mantıklı bir şey olur, değil mi gençler?

      Kızarmıştım. Yukarıya bakamıyordum. Rektörün her konuşması kazık gibi kafamı vurarak yere çakıyordu sanki. Gözleri ok gibi atılıyordu. Bir anda Mıktı, bir şeyler konuş diye işaret vermişçesine yan tarafımı dürtüyordu. Nasıl konuşurdum ki, hemen taşla vurulmuş inek gibi arkama döndüm. Giderken sanki rektör ayağımdan tutarak durduracakmış gibi alelacele odasını terk ettim.

      Dışarıya çıktığımızda Mıktı:

      – Baksana bütün kötü niyetliler toplanmış bir araya. Rektör de kendini beğenmişin biri, diye söylendi. Benim aklıma hiçbir şey gelmedi. Kaybeden kumarbaz gibi betim benzim sarardı…

***

      İşte duvarları boyanmamış, hatta sıva bile yapılmamış eski küçük bir ev. Bodrumu alçak, taşları düzensiz yapılmış. Damında cadının saçları gibi kamışları gözüküyor. Boynuzu kırık boz inekle buzağı, yemyeşil otlar, ağızlarında geviş getirerek kazığa bağlı duruyorlardı. Annem ineği sağmış galiba. Zavallı ineğin kemikleri bile gözüküyordu. Babamın parasını önceden aldığı buzağı buydu işte. Parasını ödeyen sahibi istediği gün gelir götürür. Sarı tavuk beş civciviyle tepede dolanıyordu. Kırmızı horoz kanatlarını kıpırdatarak ötmeye başladı.

      İnsanlar bahçesine patates, soğan, domates gibi sebzeleri ekmiş. Ama babamın sebzelerle uğraşacak zamanı yoktu. “Bizim babalarımız hiç patates matates ekmeden geçiniyordu. Onlara hiç gerek yok” diye bizim bahçeye mısır ekmişti. Arasında ürünü olanlarından olmayanları -daha çok ben üniversiteye hazırlanacağım diye- ayırmışlar, ben de gitmeden biraz toprağını yumuşatmış gibi yapmıştım. Babam kamçısını elinde tutarak hep atla gezerdi, hiçbir zaman olgunlaşamayan mısırlara bakmaya devam ediyor, annem de ev işleriyle uğraşıyordu. Hatta mısırlar sulanmamıştı bile iyice. İşte böylece mısırlar solmuş, kalanları da sararmıştı. Evin damına arılar yuva yapmıştı galiba, her tarafta dolaşıyorlardı. Bazıları tam karşına çıkagelip şaşırtıyor, vızıldamaları sinirimi bozuyordu.

      2

      Derin düşüncelere daldığım sırada birisi arkadan enseme vurdu. Böyle şeyleri yapsa yapsa Mıktı yapar, diye arkama döndüm. O değilmiş, Çoturmuş.

      –Gel, gel.

      –Hoş geldin, diye gülümsedi. Nasılsın? Geleli üç gün olmuş, bilmiyordum. Mıktı, atla dolaşıyordu. Seni sordum. Geldi, dedi. Noldu? Sınavı kazanamadınız mı?

      –Geçemedik, diye yalandan da olsa gülümsedim.

      –Üniversiteyi kazanmak sırat köprüsünden geçmek gibi bir şey mi?

      Ne anlatacaktım ki ona… Yarama tekrar tuz basılmış gibi oldu. Konuyu değiştireyim dedim.

      –Çotur, köyde kimse yok mu? Geldiğimden beri bir tek seni gördüm.

      –Herkes çalışıyor, gelenler de akşam gelip sabah gidiyor. Bazıları tarlada kalır. Orda geceyi geçirip tekrar sabah işe başlıyorlar. Ben de kendi işimle uğraşıyorum. Traktörle tarlayı sürüyorum işte. Hanımım da yardım ediyor. Sabahtan akşama kadar tarladayız.

      Benim acımı fark edip teselli vermek mi istedi, yoksa havadan sudan konuşmak mı istedi bilmiyorum; beni evine götürdü.

      Çotur benden iki yaş büyüktü. Ama yine de arkadaş gibiydik. Bir zamanlar sekizinci sınıfı beraber okumuştuk. Asanbay, Üsönbay adlı iki kardeşi 1941’de savaşta öldü. Zavallı annesi “Oğlum, sen de askere gidip sızlatırsın beni” diyerek askere göndermedi. “Kimsenin gözüne görünmeyelim.” diye çocuğu okutmadan Namangan tarafına götürmüştü. Bir yıl sonra Taş-Kömür’e taşındılar. Çotur da tahta ambarında bekçi olarak çalıştı.

      O zamanlarda Kanımkul Teyze, gelinin elinden çay içeyim, diye elindeki bütün kazandıklarını harcayıp Çotur’u evlendirmişti.

      –Oğlum, kamçı sert olursa, kadın utangaç olur. Kadınlar şeytan olur. Bir defa boynuna bindi mi bir daha indiremezsin. Hanımının davranışlarına dikkat et! diye her gün Çotur’u uyarıyordu. Bu dediklerinden sonra Çotur, hanımının