Tölögön Kasımbekov

İnsan Olmak İstiyorum


Скачать книгу

şimdi ahmak!

      –Sövme! Seni de diğer insanlar gibi sempozyuma gitmen için uyandırmıştım.

      İkimiz de hiç konuşmadan giyindik ve ayrı ayrı yurttan çıktık. Yolumuz bir olduğundan beraber sınıfa geldik. Sempozyum Rus dili üzerineydi, biz geldiğimizde başlamıştı artık. Yakalarına nakış işlenmiş ipek gömlekli adam soruları cevaplıyor, ortada dolaşıyordu. Bir iki cümleye morfolojik tahlil de yapılmış galiba, tahtada silinmeden duruyordu.

      Mıktı, yanımda dikkatle dinliyormuş gibi oturuyordu. Ben de baktım ama hiç bir şey anlamadım. Hocanın anlattıkları bir kulağımdan giriyor öbür kulağımdan çıkıyordu. Ne kadar kendimi zorlasam da hiçbir şey aklımda kalmadı.

      –Gidelim ya… dedi, Mıktı. Karnım ağrıyor.

      –Hadi! dedim, hemen. Benim de zaten karnım çok kötü ağrıyor, başım ağırlaştığından sanki boynumu da tutamıyor gibiydim. Şapkalarımızı elimize alarak yavaşça salondan çıktık. O kadar insanın arasından hiç kimse bize “Nereye gidiyorsunuz konferansı bırakıp, kendinize faydalı olur” demedi.

      Şehrin büyük mağazalarını her gün dolaşıyoruz, ama görmekle gönül doymuyordu. Bugün de bir kuruşluk bile alışveriş yapmadan sadece dolaştık. Sonunda karnımız acıktı. Ayaklarımız kuvvetsiz kaldığında çarşıdan üç soma bir karpuz alıp, bir kenara çarpıp yedik, tekrar döndük.

      Mıktı önde, ceketini çıkarmış omzuna atmış, benimki elimdeydi.

      –Asılbek, çok güzel bir montmuş değil mi? Cebi dışında kuşağı da vardı. Bana tam uydu, tam 48 bedenmiş ya!

      –İnsanın canının istediği her şey varmış şehirde.

      –Asılbek. Hani Volga geçti ya, Oo arabaya bak! Araba parlıyordu. Asılbek düşünsene, ikimiz de milletvekili olursak volgayla gezerdik. Ben gülerek cevap verdim:

      –Bıraksana rüyanda bile göremezsin!

      –Rüyamda mı göremem! Sen, bu milletvekillerinde bizden fazla bir şey mi var sanıyorsun. Hayır, her şey şansa bağlı, şansın varsa yükselirsin işte.

      –Gerçekten de şans büyük bir şey. Ben konuşmadım.

      Üstelik o milletvekilleriyle arkadaş sırdaş olmadığıma göre, o öyle, bu böyle de diyemem. Milletvekili değil hatta yanında çalışanları bile görmedim ki bu güne kadar.

      –Asılbek diye seslendi Mıktı bana bakarak. Altınlar gerçek olursa parlar değil mi?

      O saatler gerçek miydi sence yoksa sahte mi? Mıktı hayallerine devam etti. Biz yoldan giderken iki bin som bulursak ay ne güzel olurdu. Hemen mağazalara gidip giysi alırdık, altın saat alırdık. Ben şey… Volga da alırdım. Sen ne alırdın?

      –Ben mi, ben yarısını verip üniversiteye girerdim.

      –Bırak ya, deli misin, o kadar parayı üniversiteye mi harcayacaksın?

      Biraz sonra daha tatlı düşünceler Mıktı’nın kalbini kapladı:

      –Eyvah, dükkânda yeni asker giysisi varmış. Şu subaylar çok rahat bence; askerler görünce kıpırdamadan dura kalır. Güzel hanımların hepsi onların bence… Her şeyi bırakıp asker okuluna gitsem mi?

      –General olmak lazım.

      –Evet…

      Hayallerimiz örümceğin ağı gibi karıştı, uzadıkça uzadı… Bir sokağın kenarındaki sigara satan yere geldiğimizde kayboldu hepsi.

      Buraya gelelim, diye anlaşmadıysak da ikimiz de kendimizi birden birahanenin içinde bulduk. Bu yer eskiden bozo satan satıcının evi gibi tüm yolların birleştiği noktada bulunuyordu. İçeride boş bir masa ve iki sandalye bulunuyordu. Kalabalıktı. Bozulmuş tuzlamanın, lahananın kokusuna içki, sigara kokusu karışmış, nemli saman gibi kokuyordu. Kalabalık ve gürültülüydü. Bazıları sarhoş galiba, birbirinin dediklerini duymuyorlar, herkes her şeyi konuşuyordu. Mıktı, sevinmeye başladı:

      –Oo sigara da varmış, kebap da hazırmış.

      –Hadi, iki tek atalım mı? Zaten çok susadık, dedim.

      –Hadi üç olsun! Biraz dinlenelim. Herkesin dinlenme hakkı var!

      Böylece günler göz açıp kapanıncaya kadar yel gibi geçti… Üniversiteye girmek isteyen gençlerin sınav vereceği gün de geldi. Kalabalığın arasına karışıp sınav olacağımız binaya doğru yürüdük. Rusça kompozisyon sınavıydı, önceki tüm sınav kuralları geçerliydi. Biz yanlışlıkla başka yere gelmiş gibi hissediyorduk. Sınava girerken arka taraf daha iyi bir şeylere bakmak için dedim; ama olmadı başkalarıyla beraber ortaya oturduk. Mıktı:

      –Asıke yazdıklarını elinle kapatma, birbirimize bakarak oturalım dedi. Önümüzde kısa kollu gömlek giyen delikanlı oturuyordu. Yüzünde hiç heyecan yok. Dudakları biraz büyük, siyah saçları kıvır kıvır taranmış. Mıktı, baktığından beri sadece bir defa gözlüğünü düzelttiğini hesaba katmazsak hiç yerinden kıpırdamadı.

      –Bence bu genç bir milletvekilinin oğlu… Baksana hiçbir şey umrunda değil, ben geçemezsem kim geçebilir diyor haliyle… diye Mıktı çocuğa bakmaya devam etti. Bundan sonra Mıktı, ne düşündü bilmiyorum ama hemen delikanlının yanındaki boş yere kaydı. Sahibini gören köpek gibi sevinerek:

      –Arkadaş şansımıza nasıl bir soru gelir acaba? Biz köyden geldik ya zorlanırız bence. Sizden bazı bilmediklerimize baksak…

      Mıktı, konuşacaklarının sonunu yuttu. Hiç tanımadık birisiyle muhabbete girmek zor bir şey tabi. Ama yine de suratından belli oluyordu durumu.

      Delikanlının yüzünde hiçbir değişiklikten eser yoktu. O, baştaki duruşunu hiç değiştirmeden oturuyordu.

      –Tamam. Ama sakın kimse fark etmesin! Fark ederse size de bana da iyi olmaz. Mıktı, zaten zorla duruyordu, bu onun hoşuna gitti.

      –Tabi kardeşim, fark ettirmeyiz!

      Sınavı yapacak olan gözetmen metni iki defa okudu. Yazı tertiplerini, kurallarını tekrar hatırlattı. Korkmaya başladım.

      Yazmaya başladık. Gözetmen benden de önce Mıktı’ya takıldı, her yeri beyazlamış kafasını kaldırarak iki defa baktı ve üçüncü defa baktığında o oturduğu yerden kaldırıp kıvırcık saçlı delikanlıdan uzaklaştırdı; benim oturduğum sıraya oturttu. Şimdi Mıktı, suratını asarak oturuyordu.

      O günün ertesi sonuçlar açıklandı.

      Duyuru tahtasına koşa koşa geldik. “İyi” ve “orta” puan alanların kâğıdına bakarak şok geçirdik. Eyvah, en azından “orta” puanların arasında adım olsaydı, umudum kırıldı. Birazdan aklımı başıma alıp adım nerede yazıyor diye bütün kâğıtlara baktım. İşte en düşük notların tam ortasındaymış. İkiz kuzu gibi Mıktı, ikimizin de adlarını aynı yere yazmışlar.

      Mıktı çıldırdı:

      –O soyulmuş soğan başlı kel adam benim yerimi değiştirmeseydi iyi not alırdım, bak o gözlüklü delikanlı iyi not almış. Ha seni… diye o adama küfrediyordu.

      İçim yanıyordu sanki. Diğer derslerden sınavı verirsek, sonuçları iyi olursa, bunun yerini kapatır. Umutla uzak bir köyden gelmiştik.

      Zavallı Mıktı canlandı bağırarak:

      –Ya bari kolhozda çalıştı diye yazılan raporlarımıza baksalardı.

      Çaresize yıldız ateş gibi görünür. Çaresizliğimden güzel bir hayale daldım, yel gibi geçici bulutun gölgesinde hayal kuruyordum.

      –Mıktı, hani mektup