ya sonra? Sonra hepsi birden açtıkları çukurların başında diz çöktürülür. Ve ardından hepsinin ensesine birer kızıl kurşun sıkılır. Gecenin ağarmaya yüz tuttuğu sırada gözlerdeki “çolpan” parıltıları söner ve iki yıldan beri Taşkent zindanlarında, Özbeklerin ifadesiyle “it körmegen azablarnı çekgen”, yorgun, bitkin, ölmeden öldürülmüş, çürütülmüş olan bedenler birer birer vatan toprağına karışır. Ve aynı gün öğle saatlerinde toplanan âdil(!) sovyet mahkemesi, geceden beri çoktan soğumuş olan bu bedenleri idama mahkûm eder.
Kızıl kurşunların katlettiği bu talihsizler, Türk oldukları için, ısrarla Türk olduklarını söyledikleri için, Türk milletini sevdikleri için, Türkçe duyup, Türkçe konuşup, Türkçe düşünüp, Türkçe yazıp Türklük bilimine hizmet ettikleri için, Türkistan’ın Türk yurdu olduğunu söyledikleri için, Uluğbey’in, Nevâyi’nin torunları oldukları için, hür ve müstakil bir Türkistan’ı hayal ettikleri için, Allahsızlaşmayı, ahlâksızlaşmayı, ruslaşmayı, sovyetleşmeyi, sömürülmeyi, Lenin’in peygamber, Stalin’in dâhi olduklarını kabule yanaşmadıkları için “halk düşmanı” ve “vatan haini” ilân edilerek kurşuna dizilen Türkistan ziyalılarıdır.
Türkistan’ın ruhu ve sızlayan vicdanı olan bu talihsizler, şair, yazar, gazeteci, edebiyat tarihçisi, dil profesörü, fikir ve devlet adamı Abdurrauf Fıtrat, şair ve yazar Abdülhamid Süleyman Çolpan, Aybek, Âdil Yakuboğlu ve Cengiz Aytmatov’un üstat olarak hürmetle yâd ettikleri roman ve hikâyeci Abdullah Kâdirî, dil profesörü Gazi Âlim Yunusoğlu, edebiyat tarihçisi Atacan Hâşim ve daha kim bilir kimler!..
Bu feci hadiseden önce, tutuklama sırasında Çolpan ve diğer bütün tutuklananların ev ve eşyaları müsadere edilmiş, eğitim çağındaki çocukları “halk düşmanı”nın evlâdı olmak suçundan dolayı okudukları okullarından atılmış, kurşuna dizildikten sonra aileleri Türkistan dışına sürgün edilmiş, tutukluların ise hapse mahkûm edilerek Sibirya’daki çalışma kamplarına gönderildikleri söylenmiş ve ailelerine hiçbir zaman idam edildiklerine dair bir bilgi verilmemiştir. Aileleri, 1960’lı yılların ortalarına kadar hep onların Sibirya kamplarından dönüşünü beklemiştir. Bundan başka bu şair ve yazarların bütün eser ve fotoğraflarına da tutuklandıkları sırada el konulmuş, kütüphanelerdeki kitapları toplatılmış, hatta aleyhinde konuşmak maksadıyla bile olsa isimlerini telâffuz etmek yasaklanmış, isimleri antoloji ve edebiyat kitaplarından çıkarılmış, âdeta hiç yaşamamış sayılmışlardır. Bu müsadere ve imha sırasında Çolpan’ın son yıllarda yazıp yayımlayamadığı şiirleri ve “Keçe ve Kündüz” adlı romanının “Kündüz” kısmı da imha edilmiştir. Nitekim 1937’den sonra hazırlanan edebiyat tarihlerinde, bu yazar ve şairler hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemiştir.
Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde kısmî serbestlik dönemi başlamış, buna bağlı olarak 1957 yılında, Çolpan’la birlikte tasfiye edilen bu millî aydınların masum oldukları devlet tarafından kabul edilmiş, itibarları iade edilmiş, eserleri üzerindeki yasak kararı da kaldırılmıştır. Buna rağmen Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başladığı 1980’li yıllara kadar söz konusu eserlerin yeniden yayımlanması ve üzerinde araştırma yapılması hakkındaki yasak otuz yıl daha devam etmiştir.
Özbekistan bağımsız olduktan sonra, 1991 yılında, Çolpan’ın bulunabilen şiirleri, yarısı kurtulabilen “Keçe ve Kündüz” adlı romanı ve tiyatro eserleri, “Yene Aldım Sazımnı”(Yine Aldım Sazımı) adıyla yeniden yayımlanabilmiş; Çolpan, Alişîr Nevâyi Özbekistan Devlet Ödülü ve “Müstakillik” madalyasına lâyık görülmüştür. Yine bağımsızlık döneminde “İstiklâl Kahramanları” ve “İstiklâl Fedaileri” ilân edilen Çolpan ve onunla beraber tasfiye edilen millî aydınların eserleri edebiyat ders kitaplarına dâhil edilmiş, edebiyat tarihlerinde ve diğer bütün eserlerde bunlar ve eserleri hakkında araştırma ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Bu arada, Çolpan’ın bağımsızlık ve vatan sevgisini terennüm ettiği “Gözel Türkistan”, “Kişen”, “Kozğalış” gibi şiirleri bestelenerek geniş halk kitleleri tarafından millî marş gibi heyecanla okunmuştur. Bugün Özbekistan’da birçok sokak, cadde, mahalle, kütüphane ve okul Çolpan’ın adını taşımaktadır.
(2016)
Bir Şairin Hazin Hikâyesi:
ÖZBEK ŞAİR OSMAN NÂSIR’IN HAYATI
Osman Nâsır, sovyet imparatorluğunun kurşuna dizerek, zindanlarda ve Sibirya’daki çalışma kamplarında çürüterek mahvettiği sayısı meçhûl Türkistanlıdan sadece birisidir. Eski rejimin “halk düşmanı” sayarak ölümle cezalandırdığı bu insanlar, son on beş-yirmi yıldan beri, Özbekistan’da olduğu gibi bütün Türk yurtlarında “istiklâl fidâiyleri”, “istiklâl kahramanları” olarak tebcil edilmektedirler. Bugün, millî şuuru temsil ettikleri için hayat hakları gaspedilen ve hemen hepsi toplumlarının aydın sınıfını oluşturan bu talihsiz insanların feci âkıbetleri hakkında eserler neşredilmektedir. Böylece Türk toplulukları, çok uzun bir ayrılıktan sonra nihayet kendi öz evlâtlarıyla kucaklaşabilmekte, onların adına istiklâl panteonları inşa ederek Rus olmadıklarını, ruslaşmadıklarını ve asla ruslaşmayacaklarını haykırmaktadır. Aleksandr Soljenitsin, Gulag Takım Adaları’nda, sadece Ruslar için gözyaşı dökmüştü; Türk toplulukları da şimdi kendi evlâtlarının yasını tutmaktadır.
Bu yazıda, Özbek şair Osman Nâsır’ın sadece hayat hikâyesi tespit edilecektir. Şairin KGB arşivinde bulunan dosyası, Özbek araştırmacı Prof. Dr. Naim Kerimov tarafından Sovyet imparatorluğunun dağılmasından hemen sonra, 1994 yılında bir ibret belgesi olarak yayımlanmıştır. Söz konusu dosya, bu yazının da esasını oluşturmaktadır. Şiir, destan ve tiyatro türlerinde yazdığı telif eserleri ve Rus edebiyatından yaptığı tercümeleriyle genç yaşında çok geniş bir şöhretin sahibi olan şairden bugüne kadar Türkiye’de hiç bahsedilmemiş olması önemli bir eksikliktir. Özbek şiirinin yaşayan temsilcilerinden Abdullah Âripov, samimi bir imanla bağlanıp hizmet ettiği sovyet rejimi tarafından gencecik yaşında susturulan Özbek Türkçesinin bu yeni ve güçlü sesini, “ulu şiir sanatının gözlerinden süzülen şebnem, kahkahaya dönüşemeden dudaklarımızda ebediyyen donup kalan yarı tebessüm” olarak tarif etmektedir. Şair Osman Nâsır’ın hikâyesi, henüz tanımaya başladığımız sovyet rejiminin karanlık yüzünü biraz aydınlatması bakımından da önemlidir.
Ailesi, çocukluğu ve öğrenim hayatı
Özbek sovyet edebiyatının ikinci nesil şairlerinden olan Osman Nâsır’ın bugünkü Özbekistan’ın Fergana vadisindeki şehirlerinden Namangen’de, Çukurköçe mahallesinde 1912 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Şairden bahseden kaynaklar, fakir bir çiftçi olan babası Memethoca’nın, Osman Nâsır henüz dört yaşlarındayken 1916 yılında vefat ettiğini haber vermektedir. Annesi, babasının vefatından kısa bir süre sonra, çırçır fabrikasında işçi olarak çalışan Nâsırhoca Mâsadıkov ile evlenir. Osman Nâsır, yedi-sekiz yaşlarından itibaren halk koşuklarını, efsane ve masalları öğrenir, Özbek şairlerinin şiirlerini okur, annesinden halk hikâyeleri dinler. Aile, 1921 yılında Hokand’a taşınır.
Osman Nâsır 1921 yılında, Polatcan Kayumov’un 1918 yılında açtığı Yeŋi Hayat mektebine kaydolur ve çok kısa süre içerisinde de okuyup yazmaya başlar, sınıfının önde gelen öğrencilerinden biri olur. Sol eliyle yazdığı için öğrenciler de, öğretmenler de ona “Çapakay” adını takarlar. Ancak ailedeki huzursuzluk, Osman Nâsır’ın mektebe düzenli bir şekilde devam etmesine imkân vermez. Üvey babasının razı olmaması üzerine