Evliya Çelebi

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler


Скачать книгу

ve çok doğru bir basımının yapılması şarttır.

      Bugün hızla gelişmekte ve değişmekte olan Anadolu şehirlerinde, birkaç yıl sonra, Evliya Çelebi’nin bahsettiği bazı anıtlardan eser kalma yacaktır. Bunları kaybolmadan önce yakalayıp incelemek bir heyetin, bir derneğin başarabileceği iştir. Ben burada yalnız bir iki kelimeye dikkati çekerek Seyahatname’nin ehemmiyetini göstermeye çalışacağım:

      1. Evliya Çelebi, Kırım’dan İstanbul’a gelirken gemilerinin batmasını ve denizde geçirdiği tehlikeli zamanı anlatırken üç yerde “kum” kelimesini kullanmaktadır (II, 128, 129, 131). Buradaki “kum” kelimesi “dalga” demektir. Bu, mana ile “kum” kelimesi malum Türkiye lehçesi sözlüklerinde yoktur. Dil Kurumu tarafından yayımlanan Tarama Sözlüğü (Ankara, 1969) nün IV. cildinde (s. 2729) “dalga” manası ile gösterilen bu kelimenin kaynağı Aydınlı İshak Hocası Ahmed Efendi’nin Aksa’l-İreb adlı eseridir. Hicri 1120 (= 23 Mart 1708-12 Mart 1709) de ölen Ahmed Efendi’nin bu eseri, meşhur Zemahşeri’nin Mukaddemetü’l Edeb adlı Arapça-Farsça sözlüğünün tercümesidir. 18. yüzyılın başında ölen mütercimin bu kelimeyi kullanması, o asırda Aydın bölgesinde kelimenin yaşadığını gösterebileceği gibi Mukaddemetü’l Edeb’in Doğu Türkçesine yapılan tercümelerden faydalanan İshak Hocası’nın bu kelimeyi o tercümelerden aldığı da düşünülebilir.

      Bu kelimenin ehemmiyeti, “kum” kelimesinin “dalga” manası ile ilk önce Kaşgarlı Mahmud’da kullanılmış olmasındadır. 11. yüzyılın ikinci yarısında yazılan Dîvân-ı Lûgat-it Türk ile Evliya Çelebi arasında altı asırlık bir zaman bulunması, edebî Batı Türk metinlerinde kelimeye rastlanmayışı, halk arasında millî kültür birliğinin yaşadığını gösteren tanıklardan biridir. Kelime 13. veya 14. asırlara ait olup Doğu Türkleri lehçelerini tanıtan İbnü Mûhennâ ve Ebû Hayyân sözlüklerinde de vardır.

      2. Evliya Çelebi’de aynı şekildeki diğer bir kelime de “Senek” kelimesidir. Kastamonu bölgesi Türkleri arasında “bardak” manası ile kullanılan bu kelime de yine Divân-ı Lûgat-it Türk’te “ağaçtan oyulmuş su kabı” olarak tanıtılmaktadır (Besim Atalay Dizini, 505).

      3. Evliya Çelebi, ilk Osmanlı padişahlarından “beğ” diye bahsettiği gibi İstanbul kuşatması sırasında Ak Şemseddin’i Fatih’e “beğim” diye hitap ettirmektedir. Türk geleneklerine göre Osmanlı hanedanının “han” olmayıp “beğ” olduğu malumdur. Hanlık sonradan, bü yük imparatorluk hâline geldikleri zaman takılmış bir unvandır. Fatih’le Ak Şemseddin’in konuşmalarını bize anlatan çağdaş bir eser bulunmadığına göre Fatih’ten iki asır sonra yaşayan Evliya Çelebi’nin o koca padişahı “beğ” olarak görmesi, eski ananenin Türkler arasında hâlâ yaşadığını göstermesi bakımından mühimdir.

      4. Evliya Çelebi, “Oğuz” kelimesini “saf” manasında kullanıyor (IH, 141). “Türk” kelimesinin “köylü”, hatta “kaba köylü” yerinde kullanılması gibi “Oğuz” kelimesi de Anadolu’da gerek Osmanlı aydınları, gerekse halk tarafından “sert, kaba” kelimeleriyle aynı manada kullanılmıştır. Mohaç Savaşı’nın ertesi günü, savaş alanını gezen Kanunî Sultan Süleyman, otağına dönerken kendisini selamlayan büyük rütbeli Türk subaylarından birine (Koca Alaybeyi’ne), şimdiden sonra ne tedbir alınması gerektiğini Büyükvezir İbrahim Paşa ile sordurunca Koca Alaybeyi: “Hünkârım! Domuzun yatağında çocuğu olmasın.” (Toparlanmasına meydan verilmesin.) diye cevap vermiştir. Bu vakayı anlatan Peçevî (1,95-96), Koca Alaybeyi’nin cevabını “Oğuzâne” (= Oğuzcasına) diye sıfatlandırmıştır ki “tekellüfsüz, kaba, sert” manalarına gelmektedir. Hammer ise Peçevî’den aldığı “Oğuzâne” kelimesini “Türkler’in eski sertliği ile” diye tercüme etmiştir (V, 64). Meşhur Fîrûzâbâdi (1329-1414) Kamus’unu Türkçeye çeviren ve Ukyânûsü’l Basit adını veren Mütercim Asım, bu tercümesinde “Oğuz” kelimesini “elinden iş gelmeyen” manasında kullanmıştır (II, 796). Tercüme, hicri 1220-1225 arasında (= 1 Nisan 1805-25 Ocak 1811) yapılmıştır. Mütercim Asım’ın “Oğuz” kelimesine verdiği mana acaba onun memleketi olan Ayıntab’a mı aittir, yoksa o sırada, yani 19. asrın başında, Türkiye’nin edebî çevreleri bunu bu anlamda kullanıyor muydu, bu belli değildir. Ben de 1932’de Bolu’nun bir köyünde, yanıma çağırdığım üç dört yaşlarında toraman bir oğlanın gelmemesi üzerine anasının “O gelmez, uğuzdur.” dediğini işittim. Köylü kadın “yabani” yerinde kullandığı bu kelimeyi ”uğuz” diye söylüyordu.

      Evliya Çelebi başka milletlerin de dikkatini çekmiş, üzerinde birçok incelemeler yapılmış, yazılar ve tenkitler yazılmıştır. Bunların listesi Prof. Cavid Baysun’un İslam Ansiklopedisi’ndeki makalesinde gösterilmiştir. Bu yazılar umumiyetle müspettir. Fakat yukarıda da işaret ettiğim gibi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi hakkındaki son ve kesin hükmün verilmesi için önce eserin karşılaştırmalı ve doğru bir basımının yapılması lazımdır.

      Evliya Çelebi’nin kendilerini ilgilendiren parçalarını Almanlar, Bulgarlar, Ermeniler, Farslar, Fransızlar, İngilizler, Macarlar, Romenler, Ruslar, Sırplar, Yunanlılar kendi dillerine çevirmişlerdir.

      Evliya Çelebi’den parçalar seçerken her şeyden önce Türk kültürü bakımından ehemmiyetli ve Türk gençleri için faydalı olduğuna kanaat getirdiğim parçaları aldım ve bu sevimli seyyah hakkında tam bir fikir vermiş olmak için onun mübalağalı ve bazen de muhayyel olan bölümlerini ihmal etmedim.

      Genç okuyuculara kolaylık olması için onların güçlüğe uğrayabileceği birçok noktalarda küçük dipnotlarla açıklamalar yaptım.

      Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler

      Müslümanları kendisine itaat şerefiyle şereflendiren ve bana dünyayı gezip dolaşma kolaylığını veren Tanrı’ya şükürler, şeriatın yapısını kurup peygamberlik temelini sağlamlaştıran Muhammed’e selamlar ve dualar olsun. Gökleri yaratan ve her şeyin sahibi olan Hak, yeryüzünü insanoğulları için güzel bir barınak ve sığınak edip insanları bütün var edilenlerden daha üstün yarattı.

      Bundan sonra, yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi ve dünyanın nizamı olan, sultanoğlu sultan, Gazi Sultan Dördüncü Murad Han (1623-1640) (ki Ahmed Han oğludur, o da Mehmed Han oğludur, o da Üçüncü Murad Han oğludur, o da İkinci Selim Han oğludur, o da Süleyman Han oğludur, o da Birinci Selim Han oğludur, o da İkinci Bayazıd Han oğludur, o da Fatih Sultan İkinci Mehmed Han oğludur, Allah’ın rahmeti hepsine olsun) hazretlerine hayır dualar ve övüşler olsun.

      Yazılarımıza başladığımız yerde yüce hizmetiyle şeref bulduğumuz büyük padişah, Bağdat Fatihi Sultan Murad Han Gazi, Tanrı rahmeti içinde olsun. Onların saltanatı zamanında, hicretin 1041 tarihinde (= 30 Temmuz 1631-18 Temmuz 1632) yaya olarak İstanbul şehrinin etrafında olan köy ve kasabaları ve nice bin bahçeleri, bağları gezip seyrederek hatırıma büyük seyahatler gelirdi.

      Cihanı nasıl dolaşabilirim diye her an Allah’tan dünyada vücut sağlığı ve seyahat, ahirette de iman ricasında bulunurdum. Daima dervişlerle dostluk edip dünyadaki yedi iklim, dört bucağın tarifini işittikçe can ve gönülden seyahat dileyip acaba dünyayı gezip mukaddes yerlere, Mısır’a, Şam’a, Mekke ve Medine’ye varıp yaratılmışların övüncü olan Peygamber hazretlerinin ravzasına yüz sürmek mümkün olacak mı diye üzülüp süzülürdüm.

      Bu ben değersiz, yani “Derviş Mehmed Zıllî oğlu Evliya”, doğduğum şehir olan İstanbul’da, 1040 yılı Muharreminin aşure gecesi (19 Ağustos 1630) rüyada kendimi Yemiş İskelesi civarında helal mal ile yapılmış “Ahı Çelebi Camisi”nde