Recaizade Mahmut Ekrem

Araba Sevdası


Скачать книгу

yokmuş…” diye baba hindi gibi kabaracaktı…

      Bihruz Bey’in istifadesi bu kadarla da kalmayacaktı: Henüz birinci kısmı meydana gelebilen bu güzel romanın ikinci, üçüncü ve daha sonraki bölümlerini istediği gibi tamamlayabilmek için ne türlü entrig’lere,118 ne gibi tedbirlere başvurmak gerektiğini Mösyö Piyer’in bu konudaki nazari bilgilerinden ve geniş tecrübelerinden faydalanarak öğrenecekti… Fakat par malör119 ihtiyar öğretmenin bu akşam tersliği tutmuştu… Bu sevda meselesinin nerelere varacağına dair kendisinden bir fikir almak şöyle dursun ön sözünden bile bahsetmeye imkân bulunamadı…

      Öte yandan Mösyö Piyer de öğrencisine karşı gösterdiği bu sert muamelede pek o kadar haksız değildi… Herif, Süveyş Kanalı gibi ciddi ve derin bir bahsin içinde yuvarlanıp uğraşır, meselenin önemini karşısındakine de anlatabilmek için çırpınır, söylenip dururken bu avare oğlanın, münasebetsiz Mehmet Efendi gibi, damdan düşercesine, “Parlon damur sil vu ple!120 deyivermesi ve bilhassa kendisinin, “Dö kel amur vule vu kö jö parl?121 deyip anlamamazlıktan gelmesi üzerine de hiç sıkılmaksızın: “Dö lamur dö fam!122 diye galiz bir cevap vermesi affolunur münasebetsizliklerden, yenir yutulur herzelerden değildi…

      Hâlbuki Bihruz Bey, yaptığı münasebetsizliğin önemini, devirdiği çamın büyüklüğünü kavrayamadığı için, bilakis öğretmeninin bu davranışını yersiz ve manasız bulmuş; ihtiyarın yaratılışındaki sinirliliğin normal bir sonucu saymış ve bu kötü tesadüfü, fatalite’nin123 garip bir cilvesi diye karşılamıştı… Bu konuda daha fazla konuşmayı lüzumsuz ve faydasız görerek sustu. Zaten yemek gürültüsü de sona ermişti. Meyveyi beklemeyerek sofradan kalktı. Öğretmen de ayağa kalkmıştı. Bihruz Bey, “Pardon, Mösyö Piyer…” dedi. “Biraz rahatsızım da… Başım çatlayacak gibi ağrıyor… Müsaadenizle içeri gideceğim… Siz yarın sabah belki erken inmiş olursunuz… O hâlde a mardi, nes pa?124

      “Nasıl isterseniz…”

      “Bonsuar, mösyö!”

      “Bonsuar, çocuğum… Allah rahatlık versin…”

      4

      Zavallı Bihruz Bey şu dakikada gerçekten büyük bir ızdırap içindeydi. Gündüzün saat 9.00’dan beri125 dimağının aşırı derecede çalışmasından, kalbinin nöbet nöbet şiddetli heyecanlara tutulmasından biçarenin sinirleri de bozulmuştu. Odasında yalnız başına bir hayli düşünerek yapacağı şeyi kararlaştırdıktan sonra sinirleri biraz yatışır gibi olmuş ve Mösyö Piyer’den alacağı kıymetli öğütler sayesinde daha da yatışacağı ümidi ile sofraya oturmuştu… Fakat evdeki pazar çarşıya uymadı… İhtiyar öğretmeninden gördüğü şiddetli muamele sinirlerini yeniden altüst etmişti. Başı çatlayacak derecede ağrıyordu. Gerçekten dinlenmeye muhtaçtı.

      Sofradan kalkınca salona dahi uğramaksızın hemen harem dairesine geçerek doğruca yatak odasına gitti. Kendisini soymak için gelen dadı kalfayı da “Başım çok ağrıyor, yatacağım. Bugün fazla dolaştım, yoruldum da… Annem beni soracak olursa ‘Yarın erken gidecekmiş, yattı.’ deyiverirsin.” diye savdıktan ve oda kapısını da içeriden sürmeledikten sonra kendisini hemen yatağına attı. Dört beş saat yatağın içinde bir taraftan bir tarafa döne döne nihayet gözlerini kapayabildi.

      Bihruz Bey yemek odasından çıkar çıkmaz Mösyö Piyer’in yüz otuz altı frank, elli santim aylığını, altı Osmanlı lirası olarak, uşaklardan biri kendisine getirdi. Bu yumuşak yüzlü, tatlı dilli, iyiliksever dostlar Mösyö Piyer’e bu defa kim bilir ne acı sözler söyledi ki sakin sakin biraz düşündükten sonra, zavallı ihtiyarın, henüz ısırdığı bir akça armudunu ezmeye uğraşan dişsiz ağzından gayriihtiyari “Lakin bazen ben de münasebetsizlik ediyorum!.. Zavallı çocuğu fena hırpaladım… Şuna gelecek salı, kadın aşkına dair güzel bir eser getirip gönlünü alayım…” sözleri dökülüverdi…

      Koca profesör! Gelecek salı akşamı öğrencisine, cildi altın yaldızlı bir “Contes de Boccace126 hediye etmeyi kararlaştırmıştı. Bu şefkatli niyet üzerine Bihruz Bey’e dair artık hiçbir endişesi kalmadı. Önündeki Bordo şişesine uzandı, kadehini doldurdu, kendi sağlığına içip sofradan kalktı. Bihruz Bey’in evvelce büfe kenarına bıraktığı yarım puroyu kendisinin zannıyla yakaladı; lambadan yaktıktan sonra gazetelerini aldı; bir tarafa çekildi; yine rahat rahat okumaya koyuldu.

      Öte tarafta Bihruz Bey uykuya dalar dalmaz gündüzki olaylar, kapalı gözlerinin önünde, karmakarışık bir şekilde canlanıyor, sofra başındaki konuşmalar, kaynayan beyninin içinde, rabıtasız bir hâlde çın çın ötüyordu… Yarı uyanık, yarı uykuda rüya görüyordu: İşte Periveş Hanım’ın landosu İstavroz’un127 üzerinden Beylerbeyi’ne doğru yokuş aşağı öyle bir gidiş gidiyor, daha doğrusu öyle bir uçuyor ki tekerlekleri sanki yere değmiyor… Landoyu çekenler ise beygire asla benzemeyen iki acayip yaratık… Bunları kullanan, parlak düğmeli mahut koşe değil, Keşfi hergelesinin ta kendisi… Bihruz Bey yağız bir ata binmiş, landoyu takip ediyor fakat bir türlü yetişemiyor; atı kırbaçlıyor, sürüyor, koşturuyor, tam landoya yetişeceği sırada hayvan bu defa geri geri gitmeye başlıyor… Fena hâlde sinirlenen delikanlı başını çevirip bakınca bir de ne görsün: Öğretmeninin karısı Madam Piyer olması gereken ihtiyar bir kadın, atın kuyruğuna yapışmış, hayvanı geri geri çekmiyor mu?.. O aralık Mösyö Piyer de etekleri yerlere sürünür derecede uzun bir rob dö şambr128 giymiş, başında renk renk tüylerle süslü bir kadın şapkası, koltuklarının altında da birer Bordo şişesi bulunduğu hâlde, birdenbire meydana çıkıyor ve biteviye sıçrayıp haykırıyor:

      “Kes köse kö lamur? Se tön tambur! Se tön tambur!.. Me mon şer kavaliye! Javu anfen kö lö bo seks vo miyö kön lapen!129

      Mösyö Piyer’in sıçrayıp haykırmasından atlar ürküyor, lando devriliyor… Landonun içinden bir çift kaplumbağa ile bir de fino köpeği çıkıyor… Derken, bindiği yağız at, kendisini boşlukta bırakarak altından sıyrılıyor ve havalanıp uçmaya başlıyor… Öte tarafta kaplumbağalar dans ederken fino köpeği de “Belle Hélène” operasından okuduğu bir parçanın ahengine uyarak yerden yükselmeye başlıyor…

      Bunlara benzer daha bir sürü acayip şeyler… Garip garip şekiller…

      Zavallı Bihruz Bey gördüğü bu rahatsız edici karmakarışık rüyadan sıkılıyor, terliyor fakat uykudan gözlerini bir türlü açamıyordu… Hele sabaha karşı dadı kalfanın da kapısına vurarak “Beyim, nasıl oldun?.. Başının ağrısı geçti mi?..” diye seslenmesi delikanlıyı uykusundan sıçratmıştı. Hemen yatağından fırladı. Pencerelerden birini açtı. Kapıya doğruldu. Dadı kalfa ile bir şeyler konuştuktan sonra “lavabo”da elini yüzünü uzun uzadıya yıkayıp kurulandı. Sonra tekrar geldi; açık pencerenin önünde, bahçeye karşı oturdu. Yine derin düşüncelere dalmıştı… Düşündüğü şeyler, gerçi o gece rüyasında gördüğü kadar biçimsiz, garip ve münasebetsiz değilse de hemen onlar kadar karışık, onlar