yalnız şu kadarını anlatmak gerekir ki Periveş Hanım, Bihruz Bey’in yakıştırdığı ve hayalinde yaşattığı gibi, öyle yüksek bir aileye, asil bir hanedana mensup değildi. Evleri de yine Bihruz Bey’in zannettiği gibi, kibar ailelerin oturduğu semtlerde bulunmuyordu.
Bu sarışın yosma, kaşıkçı esnafından Sakin Ağa adında namuslu bir adamın kızı ve arzuhâlcilik yaparak evini geçindiren Mağmum Efendi namında hamiyetli bir zatın karısıydı. On altı yaşında babasını kaybettikten ve yirmi üç yaşında da kocasından boşandıktan sonra annesi Zaime Hanım’la birlikte, Karabaş Mahallesi’ndeki dört odalı evlerinde kimseye muhtaç olmadan fakir fakat namuslu bir hayat yaşıyor, kendi hâllerinde geçinip gidiyorlardı. İstanbul’un sayılı güzellerinden olan genç kadını bir gün kötü bir tesadüf, Çengi Hanım denilen bu fındıkçı ve hileci karı ile tanıştırdı. Yıllardır o yolun yolcusu olan fakat mevsimi geçtiği için erkeklerden pek iltifat göremeyen Çengi Hanım’la arkadaşlık kurduktan sonra Periveş’in fevkalade güzelliği ve zarafeti kısa bir zamanda her tarafa yayıldı. Artık İstanbul’un meşhur simaları arasına geçmiş fakat ne yazık ki fazileti ve namus cevheri elden gitmişti…
Bu kötü münasebet kurulduktan sonra Periveş Hanım sık sık Çengi Hanım’la buluşur, daima onunla gezer ve gerektikçe de Çengi Hanım’ın evinde kalırdı.
Bunların Çamlıca Parkı’nda görüldükleri günün sabahı Periveş Hanım, adi bir çarşafa bürünmüş olduğu ve yanında sekiz yaşlarında bir komşu çocuğu bulunduğu hâlde, Karabaş Mahallesi’nden çıkmış; hayli yol yürüdükten sonra, güneş görmez ve çamuru kurumaz bir sokağın izbe bir köşesinde -önü ve arkası bostan olan, iki yanı bekâr odaları, ahır filan gibi alelade binalarla çevrilmiş bulunan-bu şüpheli eve gelmişti.
Burası Çengi Hanım’ın eviydi. Periveş Hanım’ın gelişinden bir saat sonra bu iki kadın, yukarıda tarif olunan zarif kıyafetlere girmiş oldukları hâlde, yaşlısı önde, genci arkada, evden çıktılar; Aksaray Caddesi’ne doğru salına salına yürümeye başladılar.
Evden çıkarken kararları, Samatya’ya kadar yürüyerek inmek, oradan trenle Bakırköyü’ne, oradan da Sakızağacı mesiresine gitmekti. İşte bu kararla yolda giderlerken Periveş birdenbire fikrini değiştirerek arkadaşına şöyle bir teklifte bulundu:
“Çamlıca Parkı’nı pek methediyorlar… Bugün de Sakızağacı’ndan vazgeçip oraya gitsek acaba nasıl olur?..”
Muhatabı “Hayhay Periveşçiğim… Çok iyi olur…” diye cevap verince ilk niyetleri bozuldu. O gün de Çamlıca Parkı’na gitmeye karar verdiler… Bunun üzerine adımlarını biraz daha sıklaştırarak Aksaray tramvay durağına yetiştiler ve kalkmak üzere olan bir tramvaya atladılar. Kırk beş dakika sonra Eminönü’ndeydiler. Oradan Köprü’nün Üsküdar İskelesi’ne kadar yürüdüler. İskeleden ayrılmak üzere olan Üsküdar vapuruna nefes nefese yetiştiler. Vapur son düdüğünü de öttürerek hareket etti. Yarım saat sonra Üsküdar İskelesi’ne çıkıyorlardı. Beylik ambarın önüne doğru yürümeye başladılar.
Diğer günler vapurdan çıkanları karşılamaya koşarak halkı taciz etmekte âdeta birbirleriyle yarışırcasına “Boş araba!.. Araba lazım mı?.. Sizi şu temiz kupa ile götüreyim…” diye avaz avaz bağıran arabacılardan hiçbiri bugün ortalıkta görünmüyordu. Çünkü o gün gezinti yerlerine gitmek için halkın kira arabalarına hücumu, diğer günlere nazaran, o derece fazlaydı ki bir saatten beri iskelede boş bir tek araba bile kalmamıştı.
Çengi Hanım oralarda avare avare dolaşan işçi kılıklı bir adama “Ayol! Kira arabası arıyoruz. Acaba nerede bulunur?” diye sorunca herif sırıtarak cevap verdi:
“Hanımefendi, nafile aramayınız, bulamazsınız…”
Bunun üzerine hanımlardan ikisi birden “A!.. Vah, vah, vah!.. O kadar uzak yerden boşuna gelmişiz…” diye hayıflanarak Çeşme Meydanı’na doğru ilerlediler. Orada rastladıkları birkaç kişiye de “Ayol!.. Buralarda hiçbir araba bulunmaz mı?” diye aynı soruyu tekrarladılar. Fakat hiçbirinden müspet cevap alamadılar.
O gün sabahleyin Beyoğlu kira arabalarından bir lando, Kadıköyü’ne götürdüğü hastayı yerine bırakıp Üsküdar’a dönmüş; çeşmenin yanında duruyor, araba vapurunu bekliyordu. Landonun arabacısı hanımların araba aradıklarını görünce kendi kendine, Daha iki saat burada boşu boşuna vapur bekleyeceğime şu hanımları alıp gidecekleri yere götürsem daha iyi olmaz mı? Hem onların işi görülür hem de ben birkaç para kazanırım, diye düşündü. Sonra kadınlara doğru ilerleyerek Çengi Hanım’a hitaben “Nereye gideceksiniz hanımefendi?.. İsterseniz sizi şu lando ile götüreyim…” dedi.
Talihin bu beklenmedik lütfu ikisini de pek sevindirmişti. Bakışlarıyla, gülüşleriyle âdeta birbirlerini tebrik ediyorlardı. Çengi Hanım, gidecekleri yeri söyledi ve arabacı ile pazarlığa girişti.
Pazarlık devam ededursun… Oralarda dolaşan kayıkçı, hamal, kundura boyacısı, beygir sürücüsü vs. gibi birtakım adamlar, Periveş Hanım’ın etrafını sarmış; çirkin çirkin lakırtı atıyor, kadını taciz ediyorlardı… Bir yandan bu sırnaşık heriflerin verdiği rahatsızlık, bir yandan da tepelerinde kaynayan haziran güneşinin bunaltıcı sıcaklığı kadıncağıza buram buram ter döktürüyordu. Bu müşkül durumdan bir an önce kurtulmak ihtiyacıyla Periveş Hanım, arabacıya işaret edip arabanın kapısını açtırdı. Kendisini içeriye dar attı. Arkasından da Çengi Hanım girdi. Araba tıkır tıkır Çamlıca yolunu tuttu.
12
İşte Bihruz Bey’in Periveş Hanım hakkında, sırf görünüşe dayanan tahminlerine ve en güzel hayaller kurmasına sebep olan landonun, bu sarışın yosma ile yanındaki muşmulayı o gün Çamlıca Parkı’na götürmesi, her zaman olağan şeylerdendi. Bunda hiçbir fevkaladelik yoktu. Mamafih böyle bir tesadüfün mümkün olabileceği toy delikanlının hatırından bile geçmediği için, arabaya ve içindeki nazenine hayalinde en güzel şekiller vermiş, amiyane tabiriyle karıya abayı yakmıştı.
Yukarıda anlatıldığı gibi, önde hanımlar, arkalarında Bihruz Bey olduğu hâlde, parkın kapısından çıktılar. İki ahbap çavuşlar, kırıta kırıta arabalarına bindiler. Araba hareket eder etmez lakırtıya ilk başlayan Periveş Hanım oldu:
“Daha pek toy zavallı!..”
Arkadaşı cevap verdi:
“Toy ne kelime!.. Âdeta budala, ayol!”
“Biraz hoppaya da benzer.”
“Züppe derler bunlara züppe! Verdiği fâni çiçeği ne yaptın? Bakayım, hâlâ göğsünde duruyor mu?”
Çengi Hanım, Bihruz Bey’in bir aralık ulu orta sarf ettiği fane95 kelimesini, Fransızcanın “f”sinden bile haberi olmadığından Türkçe “fâni” diye anlamış ve bir kadına daha ilk görüşte kur yapmak amacıyla sunulan çiçeğin fâniliğinden bahsetmekte hiçbir münasebet, hiçbir zarafet bulamadığı için: “Fâni çiçeği ne yaptın?” sorusu ile Bihruz Bey’in münasebetsizliğine işaret etmek istemişti.
“Ha!.. O ne demekti sahi? ‘Benim aşkım da bu çiçek gibidir, böyle solar gider.’ demek mi istedi acaba…”
“Adaaam sen de!.. Onun ne söylediğinden, ne yaptığından kendisinin de haberi yoktu…”
“Haftaya bugün bekleyecek…”
“İşi yoksa bekleyedursun…”
“Gelelim ayol, eğleniriz… Park hiç de fena değil doğrusu…”
“Her