M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

Fakat pencereler sımsıkı kapalı olduğundan ne döşeme ne insan, birdenbire seçilemiyordu. Akıncılar da biraz geceyi andıran bu karanlık içinde, ilkin bir şey görememişlerdi. Gözleri muhite alışınca yaldızlı tavanı, boyalı duvarları, yere serili halıları ve bir köşede kurulu karyolamsı sediri gördüler, gözleriyle kısaca bir konuşma yaptıktan sonra hep birden osedire doğru yürüdüler. Çünkü Türkçe konuşan kadının “baron cenapları” dediği adam oradaydı, upuzun yatıyordu.

      Mustafa, bembeyaz sakalı, bir havlu gibi göğsünü örten o adamın baş ucuna dikildi, ne diyeceğini ve hangi dille konuşacağını kestiremeyerek düşünmeye daldı. Yaşı sekseni aşmış görünen ihtiyarın gözleri kapalıydı, nefes alıp almadığı belli olmayacak kadar sessiz ve dermansız görünüyordu. Bu da Mustafa’yı ayrıca tereddüde düşüren bir durumdu. Genç akıncı bir ölüye veya ölmek üzere bulunan bir hastaya söz atmaktan çekiniyor gibiydi.

      Kadın, o güzel kadın, üç beş adım geride duruyordu, kollarını kavuşturarak düşünüyordu. Bu gibi sahneler seyrine alışkın olmayan, hareketsizliği ise iğrenç bulan öbür akıncılar Mustafa’nın susmasından, kadının düşünmeye dalmasından, ihtiyar adamın da sakalına sarılıp yatadurmasından yavaş yavaş sinirlenmeye başlamışlardı. İçine girdikleri şu sır yuvasının iliğini bir ayak önce boşaltmak, ne yapılacaksa onu hemen yapmak ve yaptırmak için sabırsızlanıyorlardı.

      İşte bu sırada o uzun sakal, yel vurmuş bir pamuk yığını gibi birden oynadı, kımıldadı, o kapalı gözler oynadı, mühürlü gibi duran dudaklar yarı açıldı, Almanca bir mırıltı duyuldu:

      “Sizi bekliyordum efendiler, hoş geldiniz, fakat geç kaldınız!..”

      Arkada duran kadın koşar gibi davrandı, sedirin önüne geldi, bu sözleri Türkçeye çevirmek istedi. Mustafa gülümseyerek onun tercümesini yarıda bıraktırdı:

      “Zahmet etmeyin.” dedi. “Biz Almanca da biliriz.”

      Ve ihtiyara dönerek sordu:

      “Bizi mi bekliyordunuz, sebep?”

      “Çünkü ben Prens Davut’un dostuydum, uzun yıllar onunla gezip tozdum. Türklerin Macar elinde, Almanya’da, İtalyan topraklarında gezip dolaşan öyle bir adamı boş bırakmayacaklarını biliyordum. Onu yakalamak için er geç gelecektiniz. Umduğum doğru çıktı. İşte Laybah’a kadar geldiniz. Ne kadar yazık ki geç kaldınız. Eğer üç beş yıl önce geleydiniz, size yoldaşlık ederdim. Ocağıma incir diken o kara yürekli prensi yakalamak için kılavuzluk yapardım. Şimdi…”

      Almanca bilmeyen bir iki akıncı, ihtiyarın ne dediğini anlamadıkları için titizleniyorlardı. Almanca bilenler ise onun sayıkladığını zannederek gülümsüyorlardı. Yalnız Mustafa dikkatle ve heyecanla ihtiyarı dinliyordu. Herifin sustuğunu görünce telaşa düştü.

      “Susma yahu!” dedi. “Bildiğini söyle. Şu Davut dediğin adam nerede şimdi?”

      İhtiyar büyük bir gayret sarf ederek, kesik kesik inleyerek doğrulmaya çalışıyordu. Mustafa hemen yardıma koştu, adamcağızı yatağın içinde doğrulttu, arkasına bir iki yastık koydu ve sesine elinden geldiği kadar yumuşaklık vererek yalvardı:

      “Haydi söyle, ne biliyorsan söyle! Çünkü ben bu işi üstüme almışımdır, belki bana yardımın dokunur.”

      Baron dö Linden, bir zerre et taşımayan kuru kolunu uzattı, güzel kadını gösterdi:

      “Bu kızı…” dedi. “Benim karım doğurdu. Babası Prens Davut’tur!..”

      Mustafa homurdandı:

      “Şevketlu hünkârın gözü aydın. Bir de amca kızı kazanıyor!..”

      Ve ihtiyarın omuzuna elini koydu:

      “Anlaşıldı. Prens dostun sana kötü bir oyun oynamış. Bu, olağan şeydir ve bize gerekmez. Sen bana Davut’un nerede olduğunu söyle…”

      İhtiyar, dermansız başını yavaşça salladı:

      “Hayır şövalye, hikâyemi söylemeden dileğini yerine getiremem. Çünkü benim de alınacak öcüm var.”

      Ve kadından su isteyerek birkaç yudum içti, mırıldanır gibi bir sesle anlatmaya koyuldu:

      “Ben Davut’u otuz yıl önce Viyana’da tanıdım, babasıyla oraya gelmişti. Çocuk denilecek bir yaşta idi. Ben de o sırada çok ünlü bir şövalye idim. Davut’un babası Murat, gözlerinden hastalıklı idi, yarım kördü. Oğlunun iyi bir binici, iyi bir atıcı olmasını istiyordu. Bundan ötürü genç prensi benimle kardeşleştirdi. Daha doğrusu Murat’ın parası yoktu, saray saray dolaşıp dileniyordu. Oğlu da kendine bir yük oluyordu. Onun için çocuğu başından savmak istedi, benim yanıma verdi. Eh, biz bir şövalyeyiz. Prens kanı taşıyan adamlara saygı gösteririz. Davut’u da evlat gibi bağrıma bastım, benim hükümdarım imiş gibi kendisine bağlı kaldım. Yıllarca beraber gezdik, bir aralık Bizans’a bile gittik. Maksadımız üç beş bin kişilik bir ordu düzüp Davut’u tahta çıkarmaktı. Beceremedik, çünkü hiçbir yerden yardım göremedik. Fakat ümidimizi kesmedik, gene el ele verip diyar diyar dolaştık. Yaşım altmışa gelince yorgunluk duymaya başladım, bir yuva kurmak istedim, evlendim, genç ve güzel bir kız aldım. Laybahlı olduğum hâlde Budapeşte’de oturuyordum. Karım nedense orasını seviyordu. Davut da Türk sınırına yakın bulunmak için Peşte’den pek ayrılmak istemiyordu, hem karımı hem dostumu memnun etmek kaygısıyla ben de orada kaldım. Fakat benim geçimim gezgincilik yüzündendi. Ravb Ritter’lerin sonu idim, vurup kırarak yaşıyordum. Bundan dolayı da sık sık evimden ayrılıyordum. İşte bu ayrılıklar esnasında asil dostum, karımı baştan çıkarmış. Benim, yıllarca bu ihanetten haberim olmadı. Namusumu ısıran dudaklar yine bana kardeş diyordu. Kardeş tanıdığım adamı öpen dudaklar yine bana sevgi haykırıyordu.”

      Sustu, birkaç yudum su daha içti, kemik kolunun tersiyle alnını sildi, sözüne devam etti:

      “Birkaç yıl çocuğum olmamıştı. Dostum, hain dostum, bana bu zevki de tattırdı, şu kızı karıma doğurttu. Ben altmış beş yaşından sonra erdiğim babalık zevkiyle karıma daha fazla bağlandım. Davut da çocuğu benim kadar ve hatta benden fazla seviyordu, gece gündüz evimizden ayrılmıyordu. Ben bunu bir kardeş sevgisi sayıp kıvanç duyuyordum. Dostum kızıma Türkçe de öğretiyordu. Bir gün Osmanlılar’a padişah olması mümkün görünen dostumun bu dil hocalığı hoşuma gidiyordu ve bana tabii geliyordu.

      Ben, beni deyyus yapan dostumun, namusumu çamura atarak başkasından kazandığı çocuğu kalbime yatıran kadının ihanetlerini sezmeden onları başımda taşıyordum, dolaştığım yerlerde Davut’un propagandasını yapıyordum. Tanıdığım prenslerden ona yardım dileniyordum, halkın hırsızlık saydığı bir yolda yürüyerek kazandıklarımı ona yediriyordum. Fakat kendimi bahtiyar sanıyordum. Çünkü bilmiyordum, şüphelenmiyordum…

      İşte bu gaflet günleri içinde karım hastalandı, ağır bir soğuk algınlığından yatağa düştü, ölüyordu, bana da ölüm acısı tattırıyordu. Davut, iyi günlerde olduğu gibi bu yaslı günlerimde de evimdeydi, karımın baş ucundan ayrılmıyordu. Bir gece, uğursuz bir gece, karım ateşler içinde başını kaldırdı, Davut’a oda kapısını gösterdi.

      ‘Çık!’ dedi. ‘Buradan çık! Çünkü Allah’ı görüyorum. Onu görürken seni de görmek istemem. Kocamla ve Allah’ımla baş başa kalacağım, günahlarımı ortaya dökeceğim.’ Davut’tan ziyade ben şaşırmıştım. Karımın sayıkladığını sanıyordum. Fakat o, bar bar bağırıyordu:

      ‘Çık, durma çık! Yoksa her şeyi yüzüne karşı söylerim!’

      Şimdi içime kurt düşmüştü.