eli kesmez. Eğer dediğimi yaparsanız Laybah yanmaktan, şu düzinelerle kilise yıkılmaktan, halk da boğazlanmaktan kurtulur.”
Bir genç kadın yerinden fırladı, ağlayan bir sesle sordu:
“Biz de mi kurtları karşılamaya gideceğiz?..”
“Tabii değil mi ya? Sizin en önde bulunmanız lazım. Çünkü Türkler, kadını hiç incitmezler.”
“Ya bizi alıp götürürlerse?..”
“Bunu bir nimet sayıp iftihar edersiniz. Zira sizlerin götürülmesiyle Laybah yerinde kalacak ve kiliseler kurtulacak. Görüyorsunuz ya, siz, yurdun ve birkaç düzine kilisenin selametini temin eden mahluklar mevkisine yükseliyorsunuz. Bu, kolay kolay tekmelenir bir nimet midir?.. Hele Türk akıncılarının nezakette biraz daha ileri gidip de içinizden beş on kadına analık zevkini tattırmalarını düşünün. Böyle bir bahtiyarlığa karşı hepiniz, bütün Laybah kadınları yüreğinizi açmaz mısınız?”
Kiliselere ziyan gelmemesi için bütün bir halkı köleliğe, halayık-lığa doğru sürüklemek isteyen papazın son sözleri kadınlar arasında gürültülü bir fiskos uyandırdı, kulaktan kulağa birçok kelimeler dolup boşalmaya başladı. Başpapazın Laybah güzellerine sezdirdiği Türk’ten analık hazzı almak meselesi bütün kadınların taşıdığı korkuyu gidermiş ve yerine karmakarışık duygular getirmişti. Şimdi her kadın, dağ ve su tanımayarak, en geniş ülkeleri yorulmaz bir kuş kolaylığı ile aşıveren şu kurtlardan birer yavru peydahlamak hissiyle kıvranıyor gibiydi, böyle bir saadete ermek kudreti kendilerinden sıyrılmış olan ihtiyar kadınlar da kızlarının, gelinlerinin o bahtiyarlığa ermesini, için için diliyorlardı. Çünkü şu kilisede diz çöküp aziz resimlerinden yardım uman erkeklerle, simsiyah gecelerin böğründe güneşsiz gündüzler yaratan Türkler arasındaki engin farkı, her kadın, anlıyor ve görüyordu.
Erkekler, başpapazın sözlerinden bir iki cümleye mim koymuşlardı, kendi kafalarında onların anlamını süzgece vuruyorlardı. Akıncıların tufanlardan üstün bir hengâme yarattıklarını söyleyen başpapaz, kilisedeki erkeklerin içine dalga dalga kabaran bir ölüm korkusu aşılamıştı. Her erkek o korkunun zoru ile akın tufanından ömrünü kurtaracak bir bucak arıyordu. Bundan ötürü, onlar da papazın düşüncesini doğru bulmuşlardı. Türkleri, karşılamaya can atıyorlardı. Kadınlar için söylenen sözlerin ise o ruh buhranı, o korku buhranı arasında kulaklarında izi bile kalmamış gibiydi. Tek bir erkek, Türk akıncıları elinden analık hazzı almak hırsıyla kıvranan kadınların şu düşüncesine ilgi göstermiyordu.
İşte Türk’ü tarihten önce ve sonra kürenin efendisi yapan sebeplerden biri de budur. Türk, ölümü tabii bulurdu, korkmazdı ve bu korkusuzluktan dolayı da yeryüzünde aslanlar gibi dolaşırdı. Birçok milletler bu pervasızlığı göstermediler ve ölümden korka korka ölüme sürüklendiler.
Başpapaz kendi düşüncesinin kabul edildiğini gözü önündeki uysal sessizlikten sezerek hemen teşkilata girişti, öbür kiliselere adamlar göndererek milletçe alınmış bir karar adını verdiği düşüncelerini oradakilere de bildirdi, heyetler seçerek Türklerin karşılanması için çarçabuk programlar çizdirdi, bütün Laybah halkının büyük kilise önünde toplanması üzerine en öne geçti, savaşa ordu götüren bir kumandan heyecanıyla yürüdü, halkı da yürüttü, şehir haricine çıktı, henüz gün doğarken alayını sıraya koydu ve beklemeye koyuldu.
İlk safta kadınlar bulunuyordu. Manzaraya acındırıcı bir biçim vermek isteyen papaz, erkeklerin temiz elbise giymelerini istediği hâlde kadınların çan sesini duyarak sokağa fırladıkları sıradaki kılıklarıyla Türklere görünmesini istemişti. O, yarı çıplak bir kadının en katı yüreklerde acı ve acıyış uyandıracağını ileri sürüyordu, çelik bilekli Türklerin ise pek yufka yürekli olduklarını iddia ediyordu. Hâlbuki asıl maksadı, akıncılara cemile26 göstermek ve kendisiyle öbür papazlar için bağış kazanmaktı. Türklerin herhangi bir yolla gözlerine girerse kilise hazinelerinin yerinde bırakılacağını umuyordu.
Bununla beraber erkekler de kılıklarını değiştirmiş değillerdi. Onlar da yarı çıplaktı ve hemen hepsi don gömlekle alaya girmişlerdi. Bundan ötürü de Laybah dışında yer alan, Türkleri karşılamaya hazırlanan bu dişili erkekli kalabalık gerçekten bir dilenci sürüsünü andırıyordu. Onların başında bulunup büyük üniformasını, sırmalı cübbesini sırtına geçirmiş olan başpapaz da açlara yol gösteren tok bir adam gibi orada yakışıksız kalıyordu.
Herkesin gözü ileride, alevleri görünmez olup yalnız dumanları uçuşan geceki ışığın belirdiği yollardaydı. Bir yarım geceyi gündüze çeviren o ışığın doğduğu yerlerden şimdi Türkler doğacaktı. Onlar kendilerine yakışan bir tan yeri yaratmışlar ve doğmak üzere bulunduklarını saatlerce önce müjdelemişlerdi. Artık bu müjde gerçekleşmek üzere bulunuyordu.
Fakat nasıl?.. İşte dişili erkekli bütün Laybahlıların düşüncesi buydu. Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı, Alp Dağları’nın yalçın kollarını, Dravaları, Gaylları umulmaz bir hızla aşarak, gelişlerini ileriye haykıracak sesleri de geçerek buralara ulaşan Türkler ne biçim adamlardı?.. Onlara bütün Avrupa kurtlar diyorlardı. Fakat bu kurtların milyonlarca insanı küçük düşüren, küçüklüklere alıştıran yaman mahluklar olduğunu da yine o Avrupa pek iyi biliyordu. Laybahlılar aynı bilgiyi taşımakta ve işte o kurtlar önünde her küçüklüğü kabul etmeye hazırlanmış bulunmakla beraber, gene merak etmekten kurtulamıyorlardı. Çünkü Türklere kafalarında bir yüz, bir boy, bir kılık veremiyorlardı.
Orta Çağ’ın henüz kapandığı, kapalı ruhların henüz açılamadığı, Avrupa’nın koyu ve kara bir bilgisizlik içinde kıvranıp durduğu bir devirde Laybah halkının Türkleri insandan üstün bir mahluk gibi tanımalarını ve onlara kendilerinden başka bir yüz ve endam çizmeye çalışmalarını tabii görmek lazım gelir. O günün Fransa’sı Roland şarkılarını ırlamakla yiğitliğe özlemini açığa vurup duruyordu. Hâlbuki tek bir Türk’ün yüz Roland’dan üstün olduğuna yine Fransa inan getirerek yavaş yavaş Türklerden himaye aramak yollarına dökülüyordu. Laybahlıların Türk akıncılarını karşılamaya çıktıkları günden seksen yıl sonra Fransızların Kanuni Süleyman’a sığınmaları işte o inandan doğma bir harekettir. Yine o günlerde bütün Almanya Minezenger, Mister Zenger adı verilen şarkılardan başka ruha yiğitlik aşılayacak bir söz duymuyordu. O şarkılarda canlandırılmak istenilen bahadırların, şövalyelerin değeri ise Türklerin Laybah önüne kadar gelişleriyle belli olmuş bulunuyordu.
Demek ki onların Türk’ü başka bir biçimde zannetmekte hakları vardı. Çünkü Türk’ü görmemişlerdi ve Türk’ün yaptıklarını yapan insanlara tesadüf olunduğunu da duymamışlardı. O hâlde kuruntuya kapılmaları tabii idi.
Beklenen Türkler, güneş pek yükselmeden, sağlı sollu tepelerle makaslanan ovanın bir köşesinden göründüler. Belki ufak tefek taşları da göğsünde taşıyan direk direk tozlar, onların artık gelmekte olduklarını haber veriyordu. Bu tozlar, atların dörtnala yürüyüşünden ileri geliyordu ve toprağın yüreğinden kopan bir terleyişi andırıyordu.
Evet, toprak buram buram terliyor gibiydi, sarı ve uzun bir bulut gibi göğe yükselen bu ter kümesinin ardından da akıncılar geliyordu. Laybahlıların gözü dört açılmıştı. Merak, korkuyu yenmişti. Hele kadınlar, yere değil göğe göz dikerek bekleşiyorlardı. Türklerin oradan belireceklerini umuyorlardı. Hepsi, o zavallıların hepsi, gözlerinin önünde biraz sonra beş on bin güneşin birden sıralanıvereceğini sanıyorlardı ve adları Türk olan bu canlı kanlı güneşlerden kendi içlerine dökülecek ışığın sıcaklığı ile şimdiden