M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

birkaç kere söz verilmesi, asilzadeler elinde canları yanmış, ellerinde avuçlarında bir şey kalmamış olan bu halka büyük bir ikram sayılmazdı. Onlar, ölmemek şartıyla, her eziyete katlanabilirlerdi. Fakat kendilerini soyan kiliseye ders verileceğinin söylenmesi onların yüreğine sevinç doldurmuştu. Her biri Tanrı heybeti taşıyan akıncıların, yüzü görünmeyen bir Tanrı adına doyup kanmadan soygun yapan papazları nasıl kusturacakları da halkın ayrıca merakını kımıldatıyordu.

      Akıncı biraz düşündükten sonra halka şu emri verdi:

      “Haydi yürüyün, güle güle evlerinize çekilin. Laybah’ı kuşattık ama hırpalamayacağız. Yalnız keşiş evlerini dolaşıp döneceğiz.”

      Kadınlar, umdukları şeyin olmayışına, bir belki iki ve belki üç kere saracak kadar uzun görünen şu çelik kolların kendi bellerine dolanmayışına hayıflanıyorlardı. Başlarını arkaya çevire çevire yürüyorlardı. Yine yerinde kalan akıncı, şimdi başpapazla konuşuyordu:

      “Ey, yattığın yeter. Kalk da bize kılavuzluk et, sizin çanlı sarayları görelim…”

      Ve yüzünü, küçük bir kımıldanış göstermeden, sıra sıra durup sahneyi seyretmekte olan akıncılara çevirdi.

      “Yoldaşlar!” dedi. “Laybah’ı şöyle bir dolaşıp çıkacağız. İleri, fakat çok yavaş!..”

      Şimdi atların yürüyüşü, başpapazın adımına uydurulmuş gibiydi. Uçmaya alışkın hayvanların, yürümesini şaşıran şu sarsak keşişi çiğnemek şöyle dursun, geçmeyecek kadar dikkatle ilerleyişleri gerçekten görülecek bir manzaraydı.

      Laybahlılardan evlerine girebilenler pencerelere asılarak, henüz evlerine erişemeyenler de kaldırımlara sıralanarak bu geçişe bakıyorlardı. Akıncılara kılavuzluk eden başpapaz, kuvvete yol gösteren acze benziyordu ve pek gülünç görünüyordu.

      Nihayet büyük kiliseye varıldı. Altın ve gümüş ne varsa hepsi ortaya çıkarıldı, öbür kiliselerde bulunan bu gibi şeyler de çuvallara doldurularak ve papazların sırtına vurularak oraya getirildi. Avluda hayli yüksek ve çok pırıltılı bir yığın peyda olmuştu. Kiliselerin koynundan boşaltılan bu kıymetli şeyler, yine orada atlarından inip küme küme ayrılan akıncılar arasında bir fiskos uyandırıyordu.

      Atlılara kumanda eden ve Almanca konuşan Türk ortaya çıkacak altın filan kalmadığını anladıktan sonra başpapazdan kilise elindeki mülklerin defterini istedi ve onun getirdiği defteri yine kendine okuttu. Bu kalın hacimli vesikada neler yoktu neler?.. En başta bütün gelirleri Roma’ya gönderilen düzinelerle değirmen, bir sürü çiftlik yazılıydı. Ardından başpapazların “geçinebilmesi” için ayrılan dükkânlar, tarlalar, otlaklar, korular geliyordu. Her biri bir aileyi bol bol geçindirecek kertede olan bu mülkler yetişmiyormuş gibi başpapaza, halkın vereceği sadakalardan ayda yüz altın da cep harçlığı ayrılmıştı.

      Akıncılar kumandanı bütün bunları okutup dinledikten sonra yüzünü ekşitti:

      “Bre keşiş!” dedi. “Ne doymaz gözünüz var sizin! Koca bir memleketi midenize geçiriyorsunuz, gene kanmıyorsunuz. Şu topladıklarınızı bari biz götürelim de aklınız başınıza gelsin!”

      İşte bu sırada sokakta bir nal sesi peyda oldu ve arkasından doludizgin at koşturan bir akıncı belirdi. Kilise avlusunda iş gören başbuğ, o ses ve bu beliriş üzerine vereceği emri ağzında tutmuştu, gelen atlıya bakıyordu. O, avluya girer girmez hayvandan atladı, dizginleri koluna alarak yürüdü, başbuğun önüne kadar geldi.

      “İskender Bey!” dedi. “Sürüyü getirdik, az ötede kümeledik, ne emrin var?”

      “Onları bu gece burada alıkoyup yarın yurda doğru sürmeli!..”

      “Azıkları yok İskender Bey, yolda açlıktan kırılırlar.”

      Mihal oğullarının en genci, akıncıların pek sevgili başbuğlarından biri olan İskender Bey biraz düşündü:

      “Bre Mustafa!” dedi. “Koyunları ne diye önce yolladın. Birer birer kestirirdin, şu sürüyü doyururdun. Şimdi nidelim biz?..”

      Mustafa, bizim küçük akıncı idi. İskender Bey’in şu sözü üzerine elini avludaki pırıltılı yığına uzattı:

      “Burada bu kadar para var. Emredersen bu şehir halkından tahıl (buğday) filan satın alalım.”

      “Ben bu yığını yoldaşlara pay edecektim.”

      “Kiliseden alınmışa benziyor bunlar İskender Bey. Öyleyse haram akçedir, yoldaş kursağına girmesin. Yine bizim sürüye harcayalım…”

      “Çok gelir. Onda biri bile senin dediğin işe yeter. Üst tarafını yine pay ederiz.”

      “Beni dinlersen bey, bu paraları ya azık satın almakta kullanalım yahut dullara, öksüzlere, yoksullara dağıtalım. Yoldaşların bugüne dek kazandıkları kendilerine yeter.”

      İskender Bey gülümsedi.

      “İyi düşünüyorsun Mustafa.” dedi. “Şu keşişlerin halktan aldıklarını yine halka dağıtmak çok güzel bir iş olur. Bunu gel sen yap, sürüye azığı da sen bul. Ben yanına beş on yoldaş bırakayım, sürüyü bıraktığın yerde seni bekleyeyim. Fakat elini çabuk tut, bizi bekletme.”

      İskender Bey, yirmi akıncı bırakarak oradan ve şehirden çekildi, kıra çıktı. Küçük Mustafa’nın getirip de sürü dediği tutsaklar kümesinin yanına gitti, şehri çeviren iki bin akıncıyı da oraya getirdi. Bu sürü, yirmi bin kişilik bir kafile teşkil ediyordu. Beş yüz akıncı tarafından sevk ve idare olunuyordu.

      İg gibi, Hoflayn gibi kapılarını açmayarak akıncılara karşı koymaya yeltenen yerlerden sürülüp çıkarılmış tutsaklardı, Türk yurduna götürüleceklerdi.

      Mustafa, kendi yanına bırakılan yirmi akıncıyı beş bölüğe ayırdı, birini kilisedeki altın ve gümüş yığınının başında bıraktı, öbürlerini ayrı ayrı yollardan şehri dolaşmaya memur etti ve kendilerine şu talimatı verdi:

      “Her kapıyı çalacaksınız. Orada dul, yoksul kimse olup olmadığını soracaksınız. Eğer varsa hemen buraya gelmesini söyleyeceksiniz. Niçin diyen bulunursa para dağıtacağımızı anlatacaksınız. O sırada şöyle dört yana bakarsınız. Kapısını çaldığınız evde buğday, bulgur filan bulunacağını sezerseniz, parasıyla satın almak istediğinizi söyleyip pazarlığa girişirsiniz. Cimrilik etmeyin, bol para verin…”

      Ve birden hatırlayarak sordu:

      “Her bölükte bir dil bilen yoldaş bulunsun. Yoksa Laybahlılara gülünç olursunuz.”

      Akıncılar, Sırp’tan, Ulah’tan, Macar’dan, Alman’dan boyuna tutsak yakalamak ve onları kendi topraklarında, evlerinde çalıştırmak dolayısıyla birçok dil belleyen kimselerdi. Hemen hepsi komşu milletlerin dillerini konuşabilirlerdi. Bu yüzden Mustafa’nın şu ihtarı bir ihtiyattan ibaretti. Nitekim kendine hemen şu cevap verilmişti:

      “Merak etme Mustafa Bey, biz meramımızı anlatabiliriz, güçlük çekmeyiz.”

      Mustafa da bir bölüğün başında şehrin bir semtini dolaşıyordu. Kapıları çalarak sorup soruşturuyordu. Yoksulluğunu ileri sürerek müjdelenen yardıma koşmak istemeyen ev yok gibiydi. Fakat parasıyla bir avuç buğday yahut bulgur satacak tek bir adam çıkmıyordu. Bu, ne para hırsından ne de akıncılara azık vermemek kaygısından ileri geliyordu. Gerçekten halk yoksuldu, evlerinde satılacak buğday filan yoktu.

      Kilise avlusunda kümelenen altınlarla şu derin yoksulluğu kendi kendine karşılaştıran Mustafa, derin bir iç acısıyla